Hafta başında kızımın doğum gününde kendimize ana-kız gezme hediyesi verdik. Doğrusu ya, İstanbul bu hediyeyi hakkıyla yaşamamızı, yine bir şeylere şaşmamızı, hayran kalmamızı sağladı.
Sabah marmarayla karşıya geçtik, Yenikapı istasyonunda indik. Bana kalsa tramvaya atlayıp doğrudan Sultanahmet meydanına ulaşırdım. Kızım ısrar etti, ben buraları hiç bilmiyorum, yürüyerek gidelim, sen bana anlat. Ne var canım, zaten fakültem Beyazıt'ta idi, okula o zamanlar oturduğumuz Bakırköy'den gider gelirken Aksaray'da aktarma yapardım, okuldan çıkar Laleli'ye gider Pehlivan büfe'de sandviç yerdik, kısacası iyi bilirim ben buraları.
Hayır işte, öyle değilmiş! Daha Yenikapı'dan Aksaray meydanına doğru yürürken anlamaya başlamıştım da gezmenin sonunda tam olarak kafama yerleşti.
İlk olarak aradan yıllar geçti, İstanbul'un bu bölgesi özellikle çok değişti. Bizim fakülte yıllarımızdan sonra Rusya'dan gelenlerin deri eşya aldığı yer olarak bilinen Aksaray Laleli arası, sonraki yıllarda Moldavya'dan, Özbekistan'dan, Türkmenistan'dan ve en son Afrika'dan çalışmaya gelenlerin şehirle tanıştığı bir bölge haline gelmiş/geldi. Dolayısıyla, her dilden seyahat acentasına ve dünyanın dört tarafından insana rastlanabiliyor.
İşte ilk sürprizli tanışma.
Yenikapı'dan Aksaray'a doğru yürürken, şurada ne var bakalım merakıyla ana caddeden ayrılınca, paralel sokaklarda biraz kaybolunca karşımıza çıkan M.S. 920 tarihli kadınlar manastırı, ya da mür yağı yeri anlamındaki ismiyle Myrelaion kilisesi.
1203'deki büyük yangında harap olmuş, 13. yüzyılda yeniden yapılmış, Latin istilasında zarar görünce 14. yüzyılda yeniden yapılmış ve II. Bayezid döneminde sadrazam Mesih Paşa 1501'de kiliseyi camiye çevirmiş. Caminin yanında bir su sarnıcı varmış ve kilisenin temelleri arasında kaldığı için günümüze kadar çok iyi durumda gelebilmiş.
Bina şimdilerde Bodrum Camii olarak anılıyor, bu adın sebebinin temeldeki sarnıç olduğu konusunda kendimce fikir yürüttüm.
Laleli'de kısa bir süre kaybolup tekrar ana caddeye çıkmamamızdan hemen sonra bu defa Fen Fakültesi'nin yanından saparak karşı yönde yeni bir keşif yaptık. Yine bizim öğrencilik yıllarımızla hiç benzerliği kalmamış, daha çok abiye tekstil ürünleri satılan kocaman binaların arasından geçerek, bir anda kendimizi Saraçhane'deki İBB binasının arkasında buluverdik.
Tam kavşakta sol tarafımızda belediye binası, sağ tarafımızda eski Direklerarası, karşımızda Şehzade Mehmet Camii olacak şekilde durunca, sanki amaç urada olmak gibiymiş gibi "işte Şehzadebaşı'na geldik yavrum" dedim, çıktım işin içinden.
Gelmişken güzelim Şehzade Camii'ne ziyaret etmemek olmaz dedik, avlusundan girdik. Yukarıda avlunun cümle kapısı tarafındaki girişini görüyorsunuz.
Caminin arka avlusu, çok büyük; kocaman çınarlar ve çamlar ve diğer çeşit ağaçlarla süslü, sakin, huzurlu bir alan.
Dokuz sene önce yukarıdaki anıt çınarın bir fotoğrafını çekmiştim, sonra buldum o fotoğrafı. Zaman içinde caminin ve bahçenin bakımını yapan İBB çınarın etrafındaki toprağı yükseltmiş, korumaya almış. Şimdi ağaç eskisinden daha sağlıklı duruyor.
Şehzade camiinden çıktıktan sonraki hedefimiz Vezneciler üzerinden Beyazıt meydanına çıkmaktı.
Ve fakat biz yine "şu sokakta ne varmış" merakıyla saparak, sağdan değil de soldan gidince kendimizi tarihi Vefa bozacısının önünde buluverdik. İstesek bulur muyduk bilmiyorum, bulurduk herhalde, sokağın Unkapanı tarafında Atatürk Bulvarından olan girişini bildiğim için oradan bulurdum.
Nasıl güzel, küçük, zarif bina, değil mi?
Aslında ille de boza içeyim derdinde değilim ama, her sene bir vesile olur boza içerim. İtiraf ediyorum, bu kış hiç boza içmemiştim, kısmet bugüneymiş.
İçerisi böyle güzel ve yıllar önce nasılsa, şimdi de öyle korunmuş halde.
Ustanın durduğu tezgah, arkası, boza ve sirke küpleri, duvardaki resimler, hepsi insanı zaman yolculuğuna götürür gibiler.
İkimiz bir bozayı paylaştık. Kızım karşıdaki leblebi dükkanına gitti, yola götürmeye ve bozanın üstüne koymaya leblebi aldı. Bozanın keyfini çıkardık.
Biz güya Beyazıt'a gidiyorduk, değil mi?
Olmadı, yine yön değiştirdik, önce Süleymaniye Camii'ne gidelim, Beyazıt'tan sonra Çarşıkapı'ya doğru gideriz kararına vardık.
Yönümüzü Süleymaniye'ye çevirmişken, küçük bir tırmanış esnasında sol tarafta bir yamaçta çok tanıdık bir bina gözümüze çarptı. Meğer, Zeyrek'teki Molla Zeyrek Camii'ne bakan karşı yamaçta bulunuyormuşuz.
Eski adıyla Pantokrator Manastırı olan bina orta Bizans dönemi yapılarındanmış, sanıyorum yakın dönemde yeniden tarih meraklılarının dikkatini çekmeye başladı.
Nihayet Süleymaniye'ye geldik. Muhteşem Süleyman'ın muhteşem mimarbaşı Sinan'ın eseri olan cami ve külliyesi İstanbul'un her yerinden görülebilen bir tepede. Gerçi her yeri derken eski İstanbul'u dikkate almak lazım. Yine de yeni İstanbul'un da pek çok yerinden görünüyor.
Camii, avlusu, etrafındaki külliyesi ve türbeler hepsi çok etkileyici. Yukarıdaki fotoğrafta camii ve Süleyman türbesi bahçe duvarının ardında kısmen gözüküyor.
Bir o kadar etkileyici olan diğer görüntü, türbelerin bulunduğu avlunun etrafındaki taş duvarların üstünden İstanbul'un manzarasına bakmak.
Ne tuhaftır ki, manzarayı sadece seyrettik, hiç fotoğraf çekmedik. Galiba en güzeli insanın zihninde kalan görüntüler.
Onca yol yürüdükten ve gezdikten sonra, vakit öğleni epey geçince karnımız zil çalmaya başladı.
Yola çıkarkenki hedefimiz Sultanahmet köftecisine gitmekti. Birden aklıma geldi, Süleymaniye'de çok güzel kuru fasulye yapan dükkanlar vardır. Bizim öğrenciliğimizde bir tür öğrenci ve esnaf aşevi gibi olan bir kaç küçük dükkan, şimdilerde çok bilinen turist çeken yerler haline geldiler.
Bir kaç sene önceki sınıf arkadaşları buluşmasında, fakülte ziyaretinden hemen sonra doğrudan kuru fasulye yemeğe gitmiştik. bundan ala nostalji mi olur?
Sadece kuru pilav turşu ve ayranla damaklarımıza şenlik yaşattık.
Karnımız da doydu, şimdi kızıma okulumu, üniversitemin rektörlük binasını gösterebilirim. Gösteremezmişim! Elimizi kolumuzu sallayarak yan kapılardan birine yanaştık, içeriye doğru yürürken güvenlik görevlisi sordu "öğrenci misiniz " Eskiden öğrenciydim, şöyle bir bakıp çıksak? Olmazmış, sadece öğrenciler ve kaydı, davetiyesi olanlar girebilirmiş. Hııı! Peki madem.
Öyleyse uzaktan kısa bir tanıtım, "bak yavrum şurası rektörlük binası, bizim fakülte onun gerisinde, şuradaki kule Beyazıt kulesi, hani geceleri hava durumuna göre tepesinde mavi, sarı, yeşil, kırmızı ışık yanar ya, o işte"
Sonra, yandan yandan yürüdük, İktisat Fakültesi, eski Basın yayın yüksek Okulu şimdinin İletişim Fakültesi ve eczacılık fakültelerinde büyük bir onarım ve yeniden yapım faaliyeti vardı, her yer tahta perde ile doluydu. Nihayet Beyazıt meydanına ve üniversitenin ünlü simge kapısına çıktık. Bahçeye doğru oradan bir göz attık. Kapının önünde hatıra fotoğrafları çektik. Üzerinde yazan Romen rakamlarını okumaya ve kaç yazdığını anlamaya çalıştık.
Farkındayım, yazı uzadıkça uzuyor ama hiç eklenti yapmadım, olan bu, yürümekle aşınmayacak yollar yapmışlar biliyorsunuz.
Beyazit'tan sonra Çarşıkapı'ya yürüdük, tabii ki tarihi Çınaraltı meydanında o muhteşem çınara selam vererek ve "bak burada oyalanmayalım lütfen" diyerek önden tedbir almama rağmen ancak on dakikada yürüyebildiğimiz Sahaflar çarşısından geçerek.
Bu noktada iki seçeneğimiz vardı, ya Kapalıçarşı'nın kalabalığına girecek, Nuruosmaniye kapısından çıkacak ve Sultanahmet'e ulaşacaktık ya da Çemberlitaş üzerinden geçerek caddeden Türkocağı'nda kahve molası verecek ve o köşeden Cağaloğlu'na kıvrılarak ileriden Sultanahmet'e ulaşacaktık.
Biz ikincisini seçtik, kahve molası ile enerji topladık.
Sultanahmet meydanı çok ama çok kalabalıktı. Ben gölge bir yer bulup Ayasofya'ya bakarak oturdum, kızım Caminin içini görmek için TC vatandaşları için ücretsiz olan kapıdan geçerek içeriye girdi, bir dolaşıp çıktı. Üst katlar için ayrıca arka kapıdan girmek gerekiyormuş.
Ayasofya'nın yanından Topkapı Sarayı'na doğru yol aldık, sağda Aya İrini kilisesini, ileride sokak içerisinde Arkeoloji Müzesini arkamızda bıraktık ve Gülhane Parkının ana girişine ulaştık.
İçeride lale şenliğini izlemeye gelmiş yerli yabancı kalabalık arasından yol bulduk, yan yollara orada da saptık ve serin bir ağaç altında oturup lalelere, ağaçlara, kuşlara baktık.
Gülhane'den Sarayburnu yönünde çıktık, Sirkeci'ye doğru ilerleyip Sepetçiler Kasrı'nı ve hemen orada demir atmış olan İspanyol uçak gemisini geride bırakarak yürümeye devam ettik ve Eminönü'ne ulaştık.
İşte iskeleler, işte son anda kaçırdığımız Kadıköy vapuru, bir sonrakini beklerken oturup denize bakmaya daldığımız banklar...
Vapurda yan tarafa oturduk, caanım şehrimizi seyrederek (yukarıdaki Galata manzarası oradan) bizim kıyıya yanaştık, iskelede bu yazıyla vedalaştık.
Anılarım tazelendi ama laleli ve Şehzade'ye çok çok uzun zaman oldu gidemedim teşekkürler zaman zaman Süleymaniye camisine ve çevresine giderim hatta Ebul Vefa hzlerini de ziyaret etmenizi tavsiye ederim.. çok maneviyatlıdır...💕💕💐
YanıtlaSilİstanbul'un tarihi semtleri her gidişte farklı yerler özellikler bulunacak değerde. Bizim gibi arayı açmadan sık sık gitmek en iyisi. Ebul Vefa Camii ıı. Mehmet zamanında yapılmış ve semte ismini verirmiş, umarım bir başka sefer denk düşer, görürüz. :)
SilOh ne güzel olmuş canım çekti. Çok benzer bir geziyi yıllar önce yapmıştım. İstanbul Üni. den emekli iki arkadaş sayesinde içeriye girmiş, hatta o şahane ana kapının içindeki odaları da görmüştüm, tavan süslerine, duvarlara hayran olmuştum. ah İstanbul ne güzelsin...
YanıtlaSilPek güzeldir bizim merkez bina Leylakcığım, eh ne de olsa eski Osmanlı Harbiye Nezareti! :))
SilGel de gezelim yine, önümüz bahar üstü yaz olacak. :)
Anneli kızlı 💕 Sizin gibi oluruz biz de inşallah, çok imrendim.. Hava da ne güzelmiş!
YanıtlaSilOlursunuz C.ciğim olursunuz eminim, zira siz de çocukların bebekliklerinden beri birlikte gezen bir ailesiniz, çocuklar birlikte yapmak fikrine yatkın olunca nazlanmadan katılıyorlar. :)
Sil