son üç ayda, her zaman yaptığım arada sırada yaptığım hiç yapmadığım bi dolu iş yaptım.
son olarak bugün -ellerin kararır, eldiven tak diyen kardeşimin uyarısını unutup- altı baş enginarı soydum, ayıkladım ve pişirdim.
o da yetmedi, dört litre sütü kaynattım, kaymağını alıp yağını çıkardım, kalanı elma sirkesiyle kestirip peynir yaptım.
geçen haftalarda yıllardır gözümde büyüttüğüm için elimi bile sürmediğim yaprak sarması yapmak işine annemin öncülüğünde girmiş ve "o kadar da zor değilmiş!" kararına varmıştım.
yeniden ekmek yapma, ekşi maya deneme ve sürdürme konularına girmiyorum bile, blogumun adıma ayıp olur zira.
tekrar ilgili mercilere sesleniyorum buradan, lütfen kim yapıyorsa minnet duyacağım, pandemiyi bitiriniz artık.
bitiremiyorsanız eğer, alternatif önerim var.
bana deniz gören bir yamaçta, küçük bahçeli, biraz ağaçlı tek katlı küçük bir ev verin, orada yaşayayım bundan böyle. üç aydır koca şehirde kasaba hayatı yaşıyorum nasılsa, emeklerim ziyan olmasın gerçekten küçük ölçekli bir hayata geçiş yapayım.
dün gece trt2'de a late quartet / son konser filmini izledim, dinledim. filmin künyesi burada!
her bestesinin ayrı ayrı hayranı olduğum büyük besteci beethoven'ın opus 131 sayılı yaylı çalgılar dörtlüsünün bir çeşit başrolde olduğu nefis bir müzik / hayat filmiydi, izlediğim.
beethoven'ın eserini tanımlamak çok zor. bestecinin sağırlığının ağırlaştığı, insanlarla ilişkilerinin sertleştiği dönemde yazdığı bir eser bu. tek kelimeyle tanımlamak gerekirse, virtüözler için zor(layıcı) dinleyici için muhteşem denebilir.
zor, çünkü eser klasik bir dörtlüden farklı olarak, bestecinin hiç durmadan çalınmasını istediği 7 bölümden oluşuyor. hiç durmadan çalmak, sazların akortlarını bozuyor, sesleri çığlık atar hale getiriyor, sanatçıları perişan ediyor kısacası.
işte, böyle bir eserin geri planda başrolde olduğu filmde, 25 senedir birlikte çalan bir dörtlünün bu eseri çalacakları yeni konser sezonunda yaşadıkları anlatılıyor. hayatlardaki dönüm anları, hastalıklar, kararlar, geçmişte yaşananlar, onların şimdideki izdüşümleri başarılı bir senaryonun desteği ve müthiş bir oyuncu kadrosunun katkısıyla aktarılıyor ve film lezzetle seyrediliyor.
dün geceden sonra, filmde geri planda çalan opus 131'i filmde dinlediğimiz brentano yaylı çalgılar dörtlüsünden, alban berg yaylı çalgılar dörtlüsünden dinledim. galiba, alban berg dörtlüsünün yorumu beethoven'ın istediği sonuca daha uygundu.
şimdi burada yazarken, eseri, leonard bernstein yönetimindeki viyana flarmoni orkestrası yaylı sazlar grubundan dinliyorum. bu da başka bir seçenek haliyle...
şimdi burada yazarken, eseri, leonard bernstein yönetimindeki viyana flarmoni orkestrası yaylı sazlar grubundan dinliyorum. bu da başka bir seçenek haliyle...
Alban Berg dendi mi aklıma çocukluğumun başbelası bir program gelir, Dilek Pınarı. Adı Filiz olan, şimdi soyadını hatırlayamadığım gevrek sesli bir kadın sunardı. Klasik müzik eserleri çalardı istek üzerine. 60'lı yılların Ankara radyosu, seçkinliğe bak. O zaman kıymetini bilememişim, çünkü arkasından Çocuk Saati başlardı, onun sabırsızlığıydı. Opus, Köchel sayısı, senfoniyetta gibi terimler çocuk yaşımda aklımda kalmış bitmesini istememe rağmen. Alban Berg deyince çağrışım yaptım yıllar öncesine. Sonradan klasik müziği bunca seveceğimi nereden bileyim :) Ve gerçekten Ekmekçim bitsin bu pandemi, bezdum ki nasıl bezdum...
YanıtlaSilLeylakcığım,
YanıtlaSilBu program Cumartesi akşamüstleri yayınlanmaz mıydı?
Benim aklımda da Çay Saati gibi bir isim kalmış. :))
Ve haklısın arkasından Çocuk Radyosu başlardı. Bak burada da senin söylediğinden başka isim geldi aklıma, nedense?
Her hal ve şartta, çocukluğumuzda, istek eser çalınan klasik müzik programları dinlediğimiz bir gerçek. Böylece, bugünkü sevgimizin temeli o yıllarda atılmış oldu. :)
Filiz Ali olabilir mi sunucu? Sabahattin Ali'nin kızı.
YanıtlaSilEkmekçim tekrar geldim, hafızayı Gugıl teyze sayesinde tazeledim de geldim, bu defa doğru bilgi. Toyblast oynuyordum ki birden programın adının DilekPınarı değil Dilek Kutusu olduğu jetonu düştü. Hemen gecitm Gugıl'a. Ve evet yakaladım, Filizı uydurmuşum ben, kadının adı Nevin Uluçam imiş ki kesinlikte doğru. O gevrek sesiyle "Dilekk Kutusu/Hazırlayan ve Sunan Nevin Uluçam" deyişi dün gibi aklımda. Bu arada proğramın giriş müziği de Beethoven 4. Sengoni imiş. oh çözdüm, rahatladım :)))
YanıtlaSilBlogcu Vladimir arkadışımız da yıllar önce bu konudan bahsetmiş:
YanıtlaSilhttp://hakikivladimir.blogspot.com/2009/09/radyo-devri-cocuklar.html
ah çok severim bu filmi... ve işin tuhaf tarafı sabah serviste bambaşka bir dörtlü grubu dinlerken bu filmi düşünüp yeniden izlesem demiştim :) ve philip seymour hoffman tabii; nasıl özlüyorum...
YanıtlaSilSevgili Dilek Cu.
YanıtlaSilBen size yazana dek Leylakcığım doğru cevabı kendisi bulmuş bile. :)
Leylakcığım,
YanıtlaSilBu oyunların zihin açıcı bir tarafı olduğu kesin! Dikkatini mekanik bir işe verince hafıza yerine geliyor. :)
Sen ayrıntıları yazınca ben de hatırladım, Nevin Uluçam'ın sesi kulağımda çınladı.
Ayrıca Vladimir'in yazısını eklediğin çok iyi oldu, yazı hazine gibi, o yllara ait radyo keyfi hafızamız tazelendi. Sağolasın. :)
Zeldacığım,
YanıtlaSilTam bana göre filmdi, hem klasik müzik, hem iyi oyuncular bir arada. :)
Filmi izlerken aklıma Philip Seymour Hoffman'ın Catherine Keener'la birlikte oynadıkları Capote filmi geldi. İkisi de harika oyuncu, bambaşka karakterler yaratıp, etkileyici filmler çıkartmışlar.
Aynı dönemin aynı ızdıraplarını yaşamış çocuklar olduğumuzu görünce yorumlarda, kendi klasik ızdırapla rastlaşma dönemim geldi aklıma; iyi arkadaşlıklar -genellikle- başlangıçta uzak durulanlarla şekilleniyor sanırım, kaçınılmaz ve olumlu bir yazgı olarak:) Bir gün radyoda, mevsimlerden kışı çalacak sunucunun ön açıklamaları ile dışarıda yağan kar her şeyi değiştirmiş, alttaki paragraftaki çocuktan başka bir çocuğa evrilmiştim:)
YanıtlaSil"...Ve biz, tüm alışkanlıklarımızın ve günlük hayatımızın dışı bir yere ışınlanmıştık sanki... Koyu renk takım elbiseli, papyonlu erkekler ve yine koyu renk giysili pırıltılı kadınlarla doluydu her taraf... Sahnedeki insanlar da benim izlediğim konserlerdeki sanatçılara hiç benzemeyen bir duruştaydılar. Kısa bir süre sonra herkes sustu ve işkencemiz başladı. Radyoda duyduğum anda kaçtığım müzik çalıyordu...."
Sevgili Buraneros,
YanıtlaSilÇocukken klasik müzik dinlemek (Batı müziği, Türk müziği ayrımı olmaksızın) çocukken patlıcan, bamya yemek gibi, sanırım. Biraz aykırı bir benzetme oldu sanırım, açıklamam gerekecek. :))
Çocuk makarna, patates kızartması yemek dururken farklı tatları sindirmekte nasıl zorlanıyorsa, dinledikçe alıştığımız, gizlerini öğrendiğimiz klasik müzikler de çocuk kulaklarının birinden girip öbüründen çıkıyor olmalı demek istiyorum.
Neyse ki sonunda patlıcan ve bamyayı da sevmeyi öğreniyoruz. :)