Pazar, Ekim 06, 2024

"PERFECT DAYS" izlerken


Nina Simone - Feeling Good (Official Video)


Dün gece kızımla Perfect Days'i izledik, o ilk kez izliyordu, ben üçüncü kez. 
Çiçeğimin keyfi biraz eksik bugünlerde, iş arama bulma konusunda dertli. Morali düzelsin diye birlikte film seyretmeyi önerdim, Perfect Days deyince kıramadım, "sen burada olmadığın sırada ben o filmi bir kez daha izledim" demedim. 
İyi ki dememişim, filmi tekrar izlerken bir çok yeni ayrıntı yakaladım, yine filmin son sahnesinde kahramanımız Hirayama ile birlikte gülümsedim. 

 Asıl önemlisi jenerik sonunda gördüğüm not oldu: 
"Komorebi, rüzgarda salınan yaprakların yarattığı ışık oyunu anlamına gelen Japonca kelimedir. Sadece o anda bir kereliğine var olur.
İşte bu cümleler filmi sevmemin anahtarını göstermiş oldu bana. 
Tıpkı Hirayama'nın her sabah ağaçları hışırdatan rüzgar  ve kuş sesiyle uyanması, tapınak bahçesinde bulduğu ağaç filizlerini minik evinde saksılarda yetiştirmesi, her öğlen tatilinde yemeğini ağaçların altında yemesi, onların tepelerinde oluşan ışık gölge oyunlarını seyretmesi, fotoğraflarını çekmesi... gibi pek çok ayrıntıyı içselleştirerek izlemiş olmam gibi.

Perfect Days'i ilk seyrettiğimde şunu düşünmüştüm; bu filmi tekrar izlesem yine Hirayama ile birlikte gülümserim. Evet, öyle oldu; yine gülümsedim.

Üstteki şarkı Nina Simon'dan, filmin son sahnesinde çalınmakta.

Salı, Eylül 24, 2024

Gündönümünün ardından

Başlığı attım atmasına da gündönümü üzerinden  iki gün geçti bile.
Bu ay Ekmekcikız'ı fazlasıyla boşlamışım, zevahiri kurtarmak için bile olsa bir post girmeliyim, kendisine ayıp olacak yoksa...

Efendim, Eylül başında tatildir denizdir dedim, hovardalık ettim. 
Sonra İstanbul'a geldim iş güç, meşguliyetler, sarı yazdan sombahara geçiş derken günler akıp gitmekte.
Öyle ki atkestaneleri  erkenden meyve dökmeye başlamış, her sene avuç avuç toplarken bu sene üç tane ancak buldum.

Bu sene de böyleymiş, günlerin akışı izlemek gerekiyormuş, demekten başka çıkar yol göremiyorum.



Bir soru size:
Portatif park sandalyelerinizi nasıl saklarsınız?
Ya da portatif sandalyeler park edilmeli mi?

Not:
Fotoğrafı gündönümü saatlerinde Bostancı'daki sahil parkının otopark girişindeki bisiklet parkında çektim.

Pazar, Ağustos 18, 2024

Bugünkü yürüyüş projemin konusu...

 ... Bostancı meydanını tanıyalım başlıklıydı.

Proje dememin nedeni, son zamanlarda sıcaklara rağmen yürüyebilmek için kendime hedefler belirlemiş olmam. Yeni veya merak ettiğimbir yere git gel yapmak, ya da serin bir AVM'ye kapağı atıp, içeride vitrin bakmak görüntüsü vererek koridorları adımlamak benzeri hedefler işe yarıyor. 
Böylece, ay sıcak şimdi gidilmez, yürünmez bahanesini elemeye çalışıyorum.
Bu yaz küresel ısınmayı iliklerimizde hissettik, hayatı sürdürmek için yollar bulmalı, çareler üretmeli...




Bostancı meydanı, yeni açılan Parseller metrosunun vapur ve motor iskeleleri ile Marmaray bağlantıları  tamamlanamadan açıldığı için oldukça kullanışsız haldeydi.
Kaldı ki, üç dört senedir metro yapımı esnasında meydan diye bir şey kalmamıştı, birbirine giren yollarla ortam tam dandini haldeydi., trafik zor akıyordu, zaman zaman hiç akmıyordu.

Bir süre önce meydanın tamamlandığını duydum, ancak sahil yürüyüşlerimi Bostancı'ya kadar uzatmadığım  ve de adaya son gittiğimde arkadan motor iskelesine inip, geri dönüverdiğim için meydanın tamamlanmış halini görememiştim.
Meydanda Ediz Hun'un yetiştirdiği kaktüslerle bir kaktüs müzesi açıldığını duymak merakımı ayrıca çekmişti. Ediz Hun'un adadaki evinin bahçesinde kaktüs yetiştirdiğini zaman zaman paylaştığı fotoğraf ve videolardan dolayı biliyordum.
Bu yapıya bağışladığı kaktüsler, yeni yapıda biraz seyrek görünse de, eminim zaman içinde serpilip çoğalacaklar, zira yapı camdan ve kaktüslerin sevdiği gibi gayet sıcak.



Kaktüs müzesi, meydanın metro çıkışı ile sahildeki iskeleler arasında düzenlenen geniş ve ağaçlık alanın ortasında bulunuyor.
O geniş alanın altı arabalar için katlı otopark olmuş. Alttaki metro ve otopark yapıları nedeniyle olsa gerek, eskisine göre yol bağlantıları ve alanın tümü biraz daha  yüksek kodda olmuş. 

Bizim eve yakın sayılacak minibüs yolu üzerindeki sondan bir önceki duraktan metroya bindim, Bostancı'da indim, sahile doğru parkın içinden geçtim, kaktüs müzesini gördüm, gezdim.
Marmaraya doğru yürüdüm, çıktığımdan farklı olan Bağdat Caddesi yönündeki kapıdan tekrar metroya indim ve de yine tek durak seyahat edip, mahallemize ulaştım.

Bu arada, metroda Sabiha Gökçen'e gitmek istediğini, doğru metronun bu mu olduğunu soran bir genç kıza nerede nasıl aktarma yapacağını anlatmak fırsatını da kaçırmadım. 

Cuma, Ağustos 16, 2024

"... ben neye sebep oldum..."

Dün sabah bizim taraftan minibüs caddesine doğru yürüyordum, Marmara caddesine çıktığım noktada, belli ki çok ağır bir yük taşıyan upuzun bir TIR (hanı tepesinde Long Vehicle yazanlardan) 
gördüm. Şoförü aşağıdaki bir başka adama, "patlak lastik değiştirilecek yeri bilmiyorsan oyalama beni" diye yüksek sesle hallendi. 
Duyduğum söz üzerinde kısaca düşündüm, aracın plakası 06 idi, şehrin yabancısı ise, nasıl uygun yer bulacak acaba? 

Yürümeye devam ettim, minibüs caddesindeki ışıklarda karşıya geçecekken olağandan fazla duran bir kalabalık gördüm. Meğer, az önce gördüğüm TIR / Long Vehicle minibüs caddesine dönmek üzere manevra yapıyormuş. Haliyle o upuzun haliyle dönememiş, geri gelip dönüşü tamamlamaya çalışmış olmalı, o sırada ışık renk değiştirmiş, kavşak karışmış, millet kornasına asılmış.

O karmaşayı geride bırakıp, her yönde mecburen durmuş trafik arasından karşıya geçtim, o sırada gördüm.
Meğer bizim TIR /Long Vehicle'ın arkasında uzun bir yazı varmış.
Şöyle:
"Sana Sen Değiştin Deyip Kızacaklar, Kimse Ben Neye Sebep Oldum Demeyecek."

06 plakalı TIR'ın şoförünün sitemi kimeydi, derdi dünyayla mıydı? 
Bilemedim...



Onca kargaşa arasında kamyon arkası yazısını çekmeye yetişemedim, ancak caddenin karşısına geçince not alabildim.
Resim geçen haftaki sergiden, Rugül Serbest imzalı, adı İkna / Persuasion.

Çarşamba, Ağustos 07, 2024

YÜZLER VE GÖZLER

İstanbul'daki  sergileri, sanat olaylarını izlediğimi sanıyorum ya da  zannediyorum.
Oysa, bugün Taksim'e yolumu düşürdüğümde ve çocuklara "İstanbul'u özleyenlere gelsin" etiketiyle bir kaç fotoğraf gönderdiğimde fark ettim, yine aylar geçmiş ve ben İstiklal'e gitmemişim.
İstanbul'un semtine bile uğramadığım diğer semtlerini hesaba katarsak, sanat olaylarını izleme eksikliği daha vahim hale geliyor.

Öyleyse, neresinden başlasam kârdır dedim, bu sabah kendimi yollara attım, İstanbul kazan ben kepçe dolaştım. 
Şimdi bu kazan kepçe dolaşmayı anlatmak işini erteleyeceğim, önce Casa Botter'deki Nuri İyem sergisinden söz edeceğim. Sergi 23 Mayıs'ta açılmış, 28 Ağustos'a kadar devam edecek.  
Solo  Botter ana başlığındaki yer alan sergi, Levent Çalıkoğlu'nun küratörlüğünde düzenlenmiş, Nuri İyem'in sanatını, çalışmalarından örnekleri başlıklar altında derli toplu anlatıyor.




Nuri İyem'in en bilinen ve hayran olunan  resimleri, kocaman güzel gözlü kadın yüzleridir. 
Sergideki "YÜZLER" başlığında anlatılanı aşağıya aktarıyorum. 

" Röportajlarında sıklıkla resimlerindeki "portreler" ile yıllarca tekrar ettiği "yüzler" arasında farklar olduğunu belirtiyor Nuri İyem. Klasik ve batılı anlamda portre resim geleneğindeki yetkinliğine rağmen, Anadolu kadınına ait olduğunu düşündüğü bir arketip yaratmasındaki ihtiyacı özellikle erken yaşta yitirdiği ablasının hayali yüzüne ve sıcaklığına kavuşma arzusu olarak tarif ediyor. Nuri İyem, alamet-i farikası olan kadın yüzlerini ne kadar çoğaltırsa çoğaltsın her seferinde kendine özgü insani bir derinlik de yaratmayı başarıyor. Özellikle gözlere verdiği önem ile kadın yüzünü kimi örnekte bir dramın yansımasına, kimisinde de zorluklar karşısında metin duruş sergileyen kararlı bir karaktere büründürüyor. Tam karşıdan bir duruşla, doğrudan izleyicinin gözünün içine gizemli, mağrur ve metanetle bakan kadın yüzleri, tekil örneklerden ikili ve üçlü kompozisyonlara doğru bir gelişim sergiliyor. Çoğunlukla gizlediği bir peyzajın önünde veyahut bir gecekondunun enteriyöründe yaşadığı, ait olduğu, belki koruduğu belki de dönüştürmeye çabaladığı bir dünyanın işaretleriyle birlikte var oluyor bu yüzler."

Meğer, yüzlerin ve asıl önemlisi o kadın yüzlerindeki derin, anlamlı gözlerin sanatçının en hassas yerinde, özel bir önemi varmış.
Şimdi burada, sözü sanatçının derin acısını nasıl sanat eserine dönüştürdüğünü anlattığı samimi ifadesine bırakmak gerekiyor. 
Yukarıdaki yüzler tablolarının üstünde, onların bütününü kapsayan sözleri şöyle:
 
 "Benim hayatımda bir kadının çok büyük rolü var. O kadın annem değil, ablam. Annem yaşlı bir kadındı. Son çocuğuydum ben. Ablam bana baktı. O kadar ki, ben annemi pek sevmezdim açıkçası. Ama ablama bayılırdım. Beni dayaktan, her türlü fırtınadan korurdu. Evde bir şey kırdım diyelim, ablam koşar gelir dayaktan kaçırırdı beni. Korkunç şekilde seviyordum onu, her zaman onun peşindeydim. Örneğin Cizre'de tropikal sıtmaya tutuldum. Gün aşırı gelirdi nöbet. Anne diye bağırmazdım, abla diye bağırırdım. O nöbet sırasında beni kucağına alırdı. Uyandığım zaman bir bakardım, gözleri üstümde. [...] 
On dokuz yaşında evlendi, ilk çocuğunu doğururken de öldü. Ve bir suçluluk duygusu var bende şimdi. Sanki ben ablamı kurtarabilirdim. Buna benzer tuhaf şeyler yaşadım ben. Resimle uğraşmaya başladığım zaman hep bir kadın vardı. İlk zamanlar çok kötü şeyler yapıyordum. Giderek bu kadın portresi gelişti bende. Sonunda, senin üzerinde durduğun "göz" benim tablolarıma giriş için bir anahtar olmaya başladı. Asıl çıkış noktası bu."



Buradaki yüzler, serginin "Sıradan Sevdalar" başlıklı bölümünden.
Köyden kente göçün yoğun olduğu yıllarda, en sert koşullarda ayakta kalma mücadelesi veren sevgililerin birbirlerine duydukları hissi yansıtan bu resimler bir toplumsal dönüşümün de tanığı gibiler.



Sergide sadece yüz resimleri yok haliyle, portreler, doğa resimleri de yer alıyor, bu resimlerin ve dönemlerin de anlatıldığı  başlıklar  altında.

Yukarıdaki natürmort sevdiklerimden birisi.

Diyeceğim o, İstanbul'da iseniz İstiklal'e çıkmayı, sanat galerilerine uğramayı ihmal etmeyin.