Ağustos'un yarısı yaz yarısı kış derler.
Henüz kış için erken biliyorum, acelesi yok zaten, önce güzü yaşayalım. Önümüzde uzun ve güzel bir sombahar olacağını umut ediyorum.
Bir kaç gündür sabah uyanırken, martı ve karga sesleri dışında serçe, kırlangıç ve başka küçük kuşların da seslerini ayırt eder oldum. Havanın iyice ısındığı zamandan beri, gürültücü martı ve karga dışında başka kuş sesi duyulmaz olmuştu.
Dün akşamüstü balkonda oturup bir süre gökyüzünü gözledim; baharda gelişlerini bir türlü göremediğim leyleklerin hiç olmazsa gidişlerini görmek arzusuyla...
Yavaş yavaş pazarda kışlık dolaba koymalık sebzeler çoğalıyor, yakında turşuluklar da bollaşır. Daha sanki dün, "haydi artık kiraz çıksın" arzusuyla sabırsızlanırken, yarın "mandalina ne zaman çıkacak" demeye başlarız, yine.
Dün akşamüstünün akşama döndüğü saatlerde mutfakta akşam yemeği hazırlığındayken, gözüm pencereden gördüğüm ağaçlara ilişti. Eylül ışının izlerini gördüm adeta, bakarken gözünüzü kısmanıza gerek olmayan, hafif eğik, yumuşak tonlu...
İşime ara verdim, biraz seyrettim, beş on dakika içinde kaydı, gitti.
Fotoğrafı saat 18:51'de çekmişim.
Öndeki ağaç bizim apartmanın bahçesindeki dişbudak, arkadaki üzeri ışıklı ceviz ve onun arkasındaki ladin sokağın karşısındaki apartmanın bahçesindeler.
Güneş ışığı bizim apartmanın arkasından vuruyor, sokağın bize yakın yarısı gölgede, karşı taraf ışıklı.
Okurken düşündüm, sıcak yazıların düşündürücü ve sorgulayıcı tadına bayılıyorum, Sevgili Okul Arkadaşım:) Şu kapanılmış dönemin bir faydası olduğunun farkındaydım ki yazı "nedense" bunu teyit etti: zaman sanki daha genişledi, 24 saati aştı günler gibi geliyor bana bir süredir, tamam erken kalkar günü de uzun yaşarım ama normal hayatın her dakikası bir işle dolu olduğu, sürekli hareket ve alan değiştirildiği için hızlı da akıp gidiyordu. Oysa şimdi, bilgisayar ekranı ile dünyalar dolaşma, sürekli çalan müzik, arada bir televizyona ne var ne yok diye bakma derken işini de yapabilme, bir tıkla haberlere ulaşabilme... Dışarı çıkışların az, içerideki sürelerin çok olduğu bu süreç de -alışınca- başka bir lezzet oldu sanki: görmezden gelinenleri fark ettiren, hayata dair ıskalanan bazı -basit- alışkınlıkları kıymetlendiren bir hâl de yarattı gibi. Ve hatta tehditlerine rağmen yaşamı da uzattı... diye düşünürdüm ki şimdilerde, mevsimler ne kadar da uzunmuş diyorum, onları tıpkı ilkokuldaki gibi özellikleri ile ayrıştırabiliyorum da:)
YanıtlaSilYa bloglar olmasa ve biz de o dünyanın birer ferdi olmasaydık ve elbette teknoloji iletişim olanaklarını bu kadar yükseltmeseydi kısmını hiç düşünmeyip, şükrediyorum:)
Bir yazı nelere yol açabiliyomuş üstelik:)
Sevgili Okul Arkadaşım,
YanıtlaSilİki gün öncesinde eskilerden bir blog arkadaşım -şimdi instagramda blog tadında yazıyor- şunu yazdı:
"En büyük sorunumuzun evde kalamamak olduğunu farkettim. Evet, Corona döneminde. Fakat sadece Corona döneminde değil, genel olarak da. İnsan iletişimine duyulan ihtiyacı anlıyorum. Çünkü insan iletişen varlık. Son yaşananlar da gösteriyor ki çoğu insan evde kalamıyor. Yani günlük yaşamdaki iletişimin ve hatta bile isteye içinde bulunduğumuz iletişimin %95 kadar büyük bir oranının yüksek kalite göstermediğini, anlamının ve derinliğinin olmadığını söylesem bana haksızsın diyecek misiniz? ... Ev derken dört duvarı kastetmiyorum sadece. Kişinin kendisini kastediyorum. İnsanın kendisiyle ve kendisinde kalmasının güçlüğünden bahsediyorum. Bence Corona'nın güçlü tarafı bu. Kendisinden kaynaklanmayan bir güç. Virüstem kaçar gibi ve virüsten kaçtığımızdan daha çok kendimizden kaçmamız. ... En iyisi kendimizde kalalım, insana bundan büyük şifa yok."
Bu sözler, bir süredir kafamda evirip çevirdiğim bazı düşünceleri açık ve net şekilde açıklıyordu.
Örneğin, bu posttaki yılın değişen mevsimlerinde günün değişen ışıklarına dair gözlemim, ancak aylarca aynı mekanda kalıp çevrede olup bitenleri sakince ve merakla izleyebilmek sayesinde oluştu. Sonra blogun varlığı sayesinde yazıya döküldü.
Diyeceğim o ki, eve kapanmış da olsak öğreniyoruz. İstiyorsak... :)
Daha bugün dereboyundan eve doğru ilerlerken -akşamüzerinin gölgeleri ağaçların üzerine vurmuştu- benzer şeyleri düşündüm. Bu köye taşındığımız ilk sene, ağaçtan yaprağın helezon şekilde düşüşünü izlemek ne güzel şeymiş diye düşünürdüm. Eylül'e daha çok var, daha hava sıcak yapar ama Ağustos'un 15'inden sonra insan bir yağmurun toprağa karışma kokusunu hafiften hissetmeye başlıyor.
YanıtlaSilŞekerPembeciğim,
YanıtlaSilYaprakların her biri farklı biçimlerde düşüyor, kimisi nazlı salınıyor, kimisi hoop atıyor kendini, helezon biçiminde kıvrılanlar var evet. Bu sonbaharda yeni ne göreceğiz bakalım?
İki gündür sabahları yağmur yağıyor ya, o sesi ve toprak kokusunu alabildiğim için çok mutlu oldum. :)