Demiycem!
Söylensem de "sıcak da sıcak!" diye artık daha fazla tekrarlamıycam. Bunaltıcı etkisini ve sinir katsayısını artırmaktan başka işe yaramıyor.
İki sene önceymiş, "senenin en sıcak günü olacak" demişler, sakin efendi karşılamışım hadiseyi. Bakın burda!
Sıcağın çağrışımıyla yazıya "Siesta" albümünden bir parça eklemiştim. Aradan geçen zamanda, eklediğim müzik de sanal buhar olmuş.
Aşağıya ekledim yeniden, belki seven, hatırlayan vardır. Miles Davis Marcus Miller beraberliğinin şahane bir ürünüdür. Bir zamanlar o kadar çok dinlenirdi ki, bizim evde...
"Siesta"nın filmine gelince, çok etkilendiğim bir filmdi.
Bayan E. bir süre önce blogunda yazmıştı. Şimdi kapalı, sizin için buraya kopyasını yapıştırıyorum, okuyunuz:
Başrollerini Gabriel Byrne (Augustine), Ellen Barkin (Claire), Isabella Rossellini (Marie), Jodie Foster (Nancy) 'in paylaştığı, Mary Lambert'in unutulmaz filmi "Siesta"yı seyredeli uzun zaman oldu. Düşle, gerçeğin, ölümle, yaşamın içiçe geçtiği harika bir anlatımı vardı filmin. Ama aynı zamanda bu anlatımdan dolayı detayları hatırlamakta zorlanıyorum şu an. Ancak filmin sonu unutulur gibi değildi....
Clarire bir trapezciydi ve uçaktan, paraşütle zorlu ve tehlikeli bir atlaşıya hazırlanıyordu. Bir de sevdiği vardı. Sonradan öğreniyorduk sevdiğinin evli olduğunu. Adam belki karısı için onu terketmişti. Kadın, adamı evinde ziyaret ediyordu, adamın artık onu sevmediğini bile bile. Belki de onların aşkı adamın evliliğinden çok önce yaşanmış ve bitmiş bir aşktı.
Kadın adamı son kez, bir kez daha görmek istediğini söylediği için, kadının atlayışından hemen önce, bir siesta vakti bir araya geliyorlardı. Adam “bittiğini, aralarında yaşanacak her şeyi yaşayıp bitirdiklerini” söylüyordu. Onlar konuşurlarken adamın karısı geliyor ve kocasının kendisini bir başka kadın ile aldattığını görerek kıskançlığından çılgına dönüyor ve adamı öldürmek amacıyla ateş ediyor, ancak kurşun kadına isabet ediyordu.
Daha sonra kadının o zor atlayışı yaptığını ve paraşütünün açılmadığını görüyorduk, bir de yerde cansız yatan bedenini. Kadın gerçekte, o gün siesta vaktinde mi yoksa paraşütünün açılmadığı o atlayış sırasında mı ölmüştü tam olarak anlayamıyorduk. Görebildiğimiz onun artık bir ölü olmakla birlikte ruhunun yine de sevdiği adama doğru yol aldığı oluyordu. O zaman adamın da o gün sieste vakti karısının tabancasından çıkan kurşunlarla vurularak ölmüş olduğunu anlıyorduk. Kadın sevdiği adamın da öldüğünü , kendi ölümüyle birlikte aynı anda kavrıyordu ve şunu söylüyordu:
"Tanrım , ben şu an ölüysem kalbimde duyduğum bu büyük aşk ne ?"
Acılarımız bizden daha dirençli. Aşklarımız da.
O yüzden bedenlerimiz öldükten sonra da ruhlarımız kederlenmeye ve sevmeye devam ediyor.
O yüzden ruhlarımız kolay kolay bu dünyayı terkedemiyor. Tekrar tekrar doğuyoruz acıya ve aşka.
O yüzden bizden öncekilerin yazgısını sürüyor yazgımız, bizden sonrakilerin yazgısının, bizlerin yazgısını süreceği gibi...
BAYAN E.
.
Su "yazgi" meselesini katmasaymissiniz keske diye gecirdim icimden...
YanıtlaSilAcılarımız bizden daha dirençli. Aşklarımız da.
Bu iki cumle cok sey anlatiyor. Sagolun...
Sevgili Eleştirel,
YanıtlaSilFilmle ilgili düşünceler ve devamı (son paragraf da dahil)arkadaşım Bayan E.'ye ait.
Yazgıyla ilgili "eleştiri"nizi kendisine iletirim. Ben onun yazısını aktardım sadece.
Yazgı konusunda bir diyeceğim var:
Bizden öncekilerin halini, tavrını, yaşadıklarını anlayamazsak eğer, bu bizim için de, hatta sonraki nesile de aktarılacak bir yazgı haline gelebilir.
Farkına varırsak, değiştirebiliriz ancak.
:)