Dün, Endişeliperi bir dans anısından sözediyordu.
Çok zarif anlatmış, Peri.
"o, bilmem ki beni, bu şarkıyı hatırlıyor mu? duyunca benim hala yüzüm kızarıyor. anı emanetçisi olmak da böyle bir şey işte." dediği son cümlesi bana, o sabah yolda giderken okuduğum küçük öyküyü anımsattı.
Kendisine bunu yazdım. Verdiği cevapta, kitabı evde arayıp bulamadığından sözediyordu.
Bu sabah işe gitmek için toparlanırken, o öyküyü buraya aktarmak aklıma geldi.
Anılarımızda yer eden, bazen bizim için çok önemli olan bir an, o anının paylaşanları tarafından aynı derecede önemli algılanmayabiliyor, ya da belki bilinç altının derin kuyularına itilmiş olabiliyor.
Peki böyle oluş, yaşadığımızın bizim için olan önemini, yerini azaltır mı?
Bence hayır!
Eninde sonunda yaşantı da, anı da bizim. Onu kim alabilir ki?
"....O evin küçük kızı, benim kız kardeşimin en iyi arkadaşıydı. Bir kış gecesi, bu iki kız bir kıyafet balosuna gittiler (kızlar altı-yedi yaşlarındaydılar, ben de dokuz ya da on). Babam onları partinin bitiminde gidip alacaktı; kızları alma zamanı gelince, babama arabada arkadaşlık etmek için ben de birlikte gittim. O gece dondurucu bir soğuk vardı ve yollar tehlikeli bir biçimde buz tutmuştu. Babam çok dikkatli sürüyordu arabayı, giderken de dönerken de başımıza bir şey gelmedi. Ancak küçük kızın evinin önüne yanaşırken, hiç akla gelmeyen birkaç şey birden oldu.
Kardeşimin arkadaşı, peri prensesi kılığındaydı. Kostümünü tamamlamak üzere annesinin yüksek topuklu ayakkabılarını giymişti ve ayakları o ayakkabıların içinde yüzdüğünden attığı her adım bir serüvene dönüşüyordu. Babam arabayı durdurup kıza evinin kapısına kadar eşlik etmek üzere aşağı indi. Ben arka kanepede kızların yanında oturuyordum; kardeşimin arkadaşının inebilmesi için önce benim arabadan inmem gerekiyordu. Küçük kız oturduğu yerden kalkıp inmeye çabalarken kaldırımda durduğumu anımsıyorum, tam kız arabadan dışarı adım atarken arabanın geri geri kaymakta olduğunu fark ettim -ya buz nedeniyle ya da babam el frenini çekmeyi unutmuştu (hangisi bilmiyorum)- ama neler olduğunu babama söylemeye fırsat bulamadan kardeşimin arkadaşı, annesinin yüksek topuklu ayakkabılarıyla kaldırıma adım attı ve ayağı kaydı. Savrulup arabanın altına girdi -araba hâlâ hareket halindeydi- babamın Şevrole'sinin tekerleklerinin altında ezilmek üzereydi kız. Anımsadığım kadarıyla hiç sesini çıkaramadı. Bir an bile düşünmeden kaldırımda yere eğildim, kızın sağ elini yakaladım ve bir hamlede çekip kaldırımın üzerine aldım onu. Bir an sonra babam arabanın hareket etmekte olduğunu gördü. Hemen sürücü koltuğuna atladı, frene bastı ve arabayı durdurdu. Bu aksi tesadüfün başlamasıyla bitmesi arasında sekiz-on saniyeden daha fazla bir süre geçmiş olamaz.
Bu olaydan sonra yıllarca, bu yaşadığımın hayatımdaki en güzel an olduğunu düşündüm. Birinin hayatını kurtarmıştım ve o günü düşündükçe, o kadar hızlı hareket etmiş olmam, en kritik anda kendimden o kadar emin davranmam beni hep şaşırtıyordu. O kurtarma ânını zihnimde sürekli canlandırıyordum; o küçük kızı arabanın altından çekip almanın heyecanını sürekli yeniden yaşıyordum.
O geceden iki yıl kadar sonra ailem başka bir eve taşındı. Kardeşim arkadaşıyla görüşmez oldu, ben de o kızı on beş yıl kadar hiç görmedim.
Haziran ayıydı, kardeşimle ben kısa bir ziyaret için kente dönmüştük; eski arkadaşı onu görmek için bize uğradı. Artık iyice büyümüştü, yirmi iki yaşında bir genç kadındı, o ayın başında üniversiteden mezun olmuştu ve başına bir şey gelmeden yetişkin bir insan haline geldiğini görmekten gerçekten gurur duymuştum. Laf arasında söyler gibi, onu arabanın altında çekip çıkardığım geceden söz açtım. Ölümle burun buruna geldiği ânı ne kadar anımsadığını öğrenmek istiyordum, ancak ona o soruyu sorduğumda yüzünde beliren boş ifadeden, hiçbir şey anımsamadığını anladım. Boş bir bakış. Hafifçe kırıştırılan bir alın. Omuz silkme. Hiçbir şey anımsamıyordu!
İşte o anda, kızın, arabanın hareket ettiğini hiç bilmediğini anladım. Hatta hayatının tehlikede olduğunu bile anlamamıştı. Bütün olay göz açıp kapayana kadar geçmişti: kızın yaşamında on saniye, önemsiz bir ara; bütün bu olay kızın üzerinde en ufak bir iz bırakmamıştı. Oysa benim için o saniyeler çok kalıcı bir deneyimdi, benim içsel tarihimin benzersiz bir olayıydı.
En çok da 1956 ya da 57 yılında olmuş bir olaydan söz ettiğimi fark etmek şaşırtıyor beni; ve o gece küçücük bir kız olan kişinin şimdi kırkını aşkın oluşu."
Kırmızı Defter
Paul Auster
Sf. 55-57
Çeviri: İlknur Özdemir
Can Yayınları
7. Basım, Haziran 2008
.
çok adil bir bellek paylaşımı olmuş yine de bu. bu hatıra, P.A'ın kişiliğini oluştururken ne büyük katkı sağlamışsa; kızın, ölümle burun buruna geldiğini hatırlamaması da onun için o kadar iyi olmuş. bellek belki de "faydalı" olanı seçiyordur. şimdi, kardeşimin ölümünü taşıyamayan annemin bellek yitimi var mesela. ama bundan söz etmek istemem. şundan söz etmek istiyordum aslında yoruma başlarken, ama yazacağım şeyden pek emin değilim. konstans gölünden atla geçiş adında bir kitap dolayımında hatırlıyorum bunu. belki tümden yanlıştır. bir atlı, geceyarısı, karanlıkta yolculuk yapmaktadır. neden sonra, geçip gittiği, geride bıraktığı yerin buz tutmuş bir göl olduğu ayırdına varır. öyle büyük endişe duyar ki bundan, bu korku yüzünden ölür. bellek, farkettiğimiz, yorumladığımız ve elbette bunu yaparken algımız, şu bu nedenle gerçeği bozarak da sakladığımız bir şey. geçmişte olan şey her hatırlanışında, değişen bizle birlikte kılık değiştirir ve bu da bellekte olanı bozar. geçmişi, saklamayı seçiyor ya da seçmiyoruz, bilinçli ya da bilinçsiz olarak. belleğimizde saklamayı tercih ettiğimiz biçimi, bizi bazen öldürür bazen de bir başarı hikayesi çıkarmamıza neden olur. bütün bunları dilime geldiği gibi yazıyorum ya, ekmekçikız galiba şunu demek istiyorum, her şey ne kadar kişisel, kaygan bir zeminde. elle tutulur, bu budur, diyebileceğimiz hiç bir şey yok. belleğimizle kişisel bir tarih, bir arşiv oluşturuyoruz güya, ama ne kadarı gerçek belli değil.
YanıtlaSilneyse, konuşuruz daha. belli ki anlatamadım kendimi de zaten. asıl meselem şu, şu an. yine ne yemek yapsam diye düşünüp duruyorum. dünden kalan kıymalı spagetti var, acaba etli bezelye yemeği mi yapayım. mutlaka olacak olan havuçlu, turplu, bol limonlu bir salata bu arada. yoksa pizza mı yapsam? ama, makarna, pizza, n'oluyoruz, değil mi? ben bezelye yapayım.
hımmm... yoksa? ne yapsam acaba?
Bellekten önce, insanın zihni, tüm olanı biteni algılamada önde giden. Kişilik özelliklerinin oluşmuşları, olayları süzer ve kaydederken farklı nitelik taşıyor, diğer taraftan da karşılaştığımız olaylar kişiliklerimizi şekillendirmeye devam ediyor, diğer yandan.
YanıtlaSilKarmaşık bir mekanizma, hasılı.
Zihnin algı süzgecinden geçip belleğe yerleşen de, zaman içinde şekil değiştiriyor olmalı. Nasıl ki biz değişiyoruz, kayıtlarımız da değişiyor muhtemelen.
Anı yaşarken birden kavuşulan farkındalık, kimi zaman aynen aktardığın Konstans Gölünden Atla Geçiş öyküsündeki gibi, kabulü zor de olabilir. İşte o zaman, insanın dünyası tepetaklak dönüverir.
İnsanın algısının olayları kayıttaki farklılığı deyince Akira Kurosawa'nın Raşomon'u aklıma gelir. Aynı konunun dört farklı anlatımı filmin temelini oluşturur ya, yıllar önce TV'de ilk seyrettiğimde gerçek algısının farklı olabileceği ilk kez dank etmişti aklıma. Gerçek algısı bu kadar farklı olabiliyorsa, var sen anılarımızın halini düşün!
İşte böyle, Periciğim.
Ben bezelyeyle bulgur pilavını sevrim, çocuklar pirinç pilavcıdır. Doğrusu, spagetti ile de fena olmaz bezelye. Afiyet olsun!
:)
bikaçbişey söyliycektim unuttum iyi mi..
YanıtlaSilama bezelye çok iyi fikir..
Hatırlayınca söylersin örtmenim!
YanıtlaSil:)))
Bu hikayeyi hatırladım :-)) Senin yazın ve yorumlar nedense Laurence Durrell'in İskenderiye Dörtlüsü'nü çağrıştırdı.Dört kitap, dört ayrı insan açısından, birbirileriyle kesişen yaşantıları anlatır.Gerçekte, tek bir gerçek olmadığı, gerçeğin birbiri üzerine örtüşen bazen de örtüşmeyen katmanlardan oluştuğu da anlatılır kitapta, muhteşem bir şekilde.Dörtlüye isimlerini veren kişiler açısından olayların ele alınışı, önemli ve önemsizin anlatımı tamamen farklıdır. İşte bu dörtlüyü çağrıştırdı burada yazılanlar...ya da hatırlayasım vardı hatırladım
YanıtlaSil:-)))
Yok yok!
YanıtlaSilHatırlayasın da varsa, iyi hatırladın.:)))
Çok doğru söylüyorsun, İskenderiye Dörtlüsü de en son kitap bitene kadar içine alıp götürür biçimde gerçeğin farklı yüzlerini anlatır.
Ne güzel kitaplardı!
:))
Belleğin,zihnin veya gerçeği kimin hangi durumda nasıl, ne şekilde algıladığı umurumda dahi değil.Ancak bir gerçek var ki her insan hayata bir anlam katmak için var,kimse boşu boşuna var olmuyor diye düşünüyorum.Ben de bir hikaye daha doğrusu bir film hatırladım ki benim için önemi olan bir film, "It's a Wonderful Life,James Stewart'ın oynadığı bir sinema filmi"..Hayat bazan insanlara unutamayacağı armağanlar verir,bazıları için bu sıradan bir olaydır,bazıları içinse hayatının anlamı.Tıpkı kızkardeşimin bana armağan edilmesi gibi.Eğer Tanrı bunu istemeseydi azgın sular arasından ona elimi uzatamayacak ve bana bir armağan olmasını sağlayamayacaktım..Kız kardeşim şimdi 48 yaşında ve 8 yaşımdan beri o bana Tanrı!nın bir armağanıdır...
YanıtlaSilDüşünüyorum da kızkardeşime ben el uzatmadım, aslında el uzatılan bendim.O bana bağışlanmadı,ben bana bağışlandım!..
YanıtlaSilZafer Bey,
YanıtlaSilYazdıklarınızı okuduğumda, tüylerim diken diken oldu.
Ne kadar dehşet verici bir şey yaşamışsınız. Üstelik ne kadar da yazarın anlattığı hikayeye benziyor.
Aslında, o da sizin yaşadığınız da hikaye değil, en azından kurgusal değil. Kanlı canlı gerçek hayat bunlar.
Çok haklısınız, siz birbirinize, hayatınıza karışan insanlara armağan olmalısınız.
Andığınız film, en sevdiğim F. Capra filmlerindendir. Çok güzeldir, çok.
:))