Pazartesi, Ocak 30, 2017

SOR BAKALIM, NEDEN ?

Son çelınc sorusundan sonra araya haftasonu girdi, yeni hafta başladı, ben bloga denk düşürüp  bir yazı yazamadım ve sonra yine  yazamadım.
Neden mi? 
Cuma günü çocuklarla kardeşime çaya gittik, Cumartesi günü çocuklar geldi, evde ödünç makarna makinesiyle makarna yaptım, Pazar günü sabahtan kitap kulübü vardı, öğleden sonra kızımın saçını boyamasına yardım ettim, bugün ise kızımla birlikte Kadıköy'e sinemaya gittik, "Satıcı"yı izledik, çarşıda turladık, Baylan'da kahve içtik.
Satıcı/Forushande   düşündürücü bir film, çok beğendim. Amerikan sineması dışında bir  anlatım dili zaten çekici, bunun yanında bize benzeyen insanları anlatan İran sineması, üslubunun sakinliği ve derinliğiyle daha da etkileyici oluyor.

Sarman pisi, Baylan'da masada kahve dışında kendisine göre bir şey var mı diye bakınıyordu. Öylece poz vermiş oldu.




Sorulara gelirsek:

12. soru diyor ki, son 10 yılda hayatında neler değişti?

Neler değişmedi ki? 
Sırayla gidelim, boşanmamız, çocukların büyümesi, okulların bitip yenilerinin başlaması ve onların da bitmesi, işi tasfiye edişimiz, emekli oluşum, yıllar içindeki uzunlu kısalı yolculuklar, yeni yerler ülkeler, arkadaşlıklar...
10 sene bu! Dile kolay...

13. soru : 10 yıl sonra nerede, nasıl yaşamak istiyorsun?

Yine bir 10 yıllık dönem, yine neler olacak kim bilir?
Gönlüm, sakin ve ağaçlı bir yamaçta, -denize manzarası olursa daha iyi olur- küçük bahçeli küçük bir taş evde bağ bahçe ile uğraşmak, bir kaç yakın ahbabıma erişebilir mesafede olmak, senede bir iki güzel yolculuğa çıkmak ve huzurla yaşamak istiyor.

14. soru keşke arkadaşım olsa dediğin ünlü kim merakında!

Ünlü kişinin kaprisi olur, sıkıntısı olur, vs. vs. 
Hiç öyle bir merakım yok, yani ünlüymüş değilmiş o insan bana ne! 
Arkadaşım olacak kişi iyi insan olsun yeter. 

Haydi bakalım bugünü de geçirdik, selametle!



Cuma, Ocak 27, 2017

BU BİR KUŞKONMAZ DEĞİLDİR !


Hayran olduğum bir ressam, Belçika'lı René Magritte,  İmgelerin İhaneti / La trahison des images isimli bir seri tablo yapmış.   Bunlardan bir tanesinde bir pipo resmi vardır ve  altında  Ceci n’est pas une pipe (Bu bir pipo değildir) yazmaktadır. 
Magritte'in bu tabloda ele alıp incelemek ve seyirciyi üzerinde düşünmeye zorlamak istediği ana fikir bir pipo imgesi gösteren resmin, her ne kadar gerçekci olarak çizilip renklendirilmiş olursa olsun, gerçekten bir pipo olmadığı, sadece bir pipo imgesi olduğudur.

Çelıncın "dolabındaki en eski kıyafetin fotoğrafı ve anısı" konulu 11. sorusuna gelip, dolaba bakıp eski kıyafet bulamayınca, Magritte'den yardım almak şart oldu.

Mesele şu ki, ben eskiyeni elde evde tutmam. 
Çocukların bebekliklerinden bir ufak anı eşyası ancak saklamışımdır. Kendiminkileri çoğunlukla ihtiyacı olanlara veririm, ya da eskiyene kadar giyildikleri için yer bezi yaparım.

Aslında, saklanan en eski kıyafet sayılabilecek gelinliğim, annemin evindeki depo dolabın bir yerlerinde duruyor olmalı. Ancak uzun bir arama kurtarma faaliyeti gerektirdiği için konuya dahil etmedim kendisini.



Böylece, bu sorunun cevabını René Magritte tarzı vermiş oluyorum; bu bir kuşkonmaz değildir, bu bir gelinlik değildir! 


Perşembe, Ocak 26, 2017

UNUTULMAZ UNUTULMAZ !

Geldik 10. maddeye, diyor ki bugünkü çelınç sorumuz, "asla unutmak istemediğin anın?" 
Bu cevabı  çok kolay bir soru, benim için.
Kalbimin varolma mutluluğuyla dolduğu iki anımı asla unutmam, unutmak istemem; oğlumun ve kızımın doğumlarında onları kucağıma aldığım ilk anlar.



Fotoğraf iki kış öncesindeki karlı Ocak ayından.
Şimdi göremediğim, anılarda kalmış bir manzara.

Çarşamba, Ocak 25, 2017

GÖÇ ETMEK

Gitmeyi, yeni yerler görmeyi severim. Severim sevmesine de göç etmek istemezdim.
Göçmek, zorunlu olarak gitmek... Gidilecek ama dönülmeyecek!
Bu diyardan göç etmek, memleketten göç etmek, öteki tarafa göç etmek...
Acı veren zorunluluklar.
En az acı vereni göçmen kuşlarınki desek, o da mevsim değişmesinden zorlaması.

Çelıncın 9. sorusu düşündürdü bunları bana. 
Diyor ki, "göçmek zorunda kalsan hangi ülkeye giderdin?"

Çocuklukta, babamın tayini çıkardı, memleket içinde yer değiştirirdik. Yeni kasabaya alışmaya çalışırdık. Alışırdık da.
Memleket aşırı gidilecekse illa ki, yeni yere alışmak zor olmasın diyerek, iklimi, insanı benzer yerlerden başlamak en iyisi. Yunanistan'dan başlardım, İtalya da olurdu belki.
Yok mutlaka kıta aşırı gidilecekse, en uzağa gidelim o vakit! Bir zamanlar Kanada'ya Vancouver'a yolum düşmüştü. Denizi, dağı, insanı, iklimi ile yaşanacak yerdi.



Şimdi şu ağaca bakınca, göç etmek de neymiş diyesim geliyor.
Nasıl sıkı sıkı tutunmuş toprağa, kayaların arasından yol bulmuş köklerine, uzatmış sarılmış.
Olympos'un çınarına selam olsun!

Salı, Ocak 24, 2017

BİR PRENSES Mİ OLSAYDIM ACABA?

Dün geciktim diye vicdan azabı çekince, bugün tedbirli davrandım.
Çelıncın 8. sorusuna vereceğim cevabı bir gün önceden düşündüm taşındım.

Soru zor yine, "bir dahaki hayatında kim olmak isterdin?" diyor çelıncbaşı.

Şimdi efendim şöyle ki, bir daha yaşayacağımızın garantisi yok, bence.
Kaldı ki, yaşadık diyelim, bunun  kaçıncısı olduğunu ya da öncesini sonrasını bilecek bir halimiz bilincimiz olacak mı acaba?

Neyse neyse...
Felsefi açmazlar yaratmayı bırakıp, soruya ve cevaba dönüyorum.
Kim olmak isterdim?
Bak şimdi hatırladım! Çocukken böyle sorulara 100 yıl uyuyan güzel olmak isterim, prenses olmak isterim gibi cevaplar vermişliğim vardır.
Yok istemem şimdi, prenseslik eksik olsun.
Ben şunu isterim, savaş, çekişme, kavga olmayan bir zaman parçasında ( var mı öylesi?) İngiltere kırları gibi geniş açıklık ve yanıbaşında biraz ağaç biraz su bulunan bir doğa parçasında, insanı az sevgisi çok bir hayat süren bir kadın olmak isterdim.
O kadar!




Fotoğrafları oğlum çekmiş, dün.
Bir kaç günlük yağmur ve bulut bunaltmasından sonra, üniversitenin manzara terasından Boğaziçi'ne doğru sakin ve hafif güneşli bir bakış.
İnsana, ruhuna hafiflik verir gibi.

Pazartesi, Ocak 23, 2017

GEÇ KALDIM GEÇ KALDIM !

 Alice'in tavşanı gibiyim, geç kaldım geç kaldım diye söyleniyorum içimden, yazmakta çelınç sözünü tutmakta geç kaldım.
Ve fakat mazeretim var, Ankara'dan kızım geldi.
Cumartesi sabaha karşı kızımın "anne gişeleri geçtik, çok açım" mesajıyla gözümü açtım. 07:20'de evdeydi, on dakika sonra kahvaltı yapıyordu. O sırada abisi sınava girmek üzere evinden çıkıyordu.
Sonra karnı tok, mutlu mesut uyudu kızım. O ara blog yazısını yazdım işte.
Öğlene doğru sınavdan çıkan oğlum "anne köprüyü geçiyorum,  açım" diye aradı. Bir kahvaltı sofrası daha kurdum.
Öğleden sonra abisi kahvaltı sonrası şekerlemesine başladığında, kızım uyandı. Yeni bir sofra kur kaldır faslı oldu. 
Neyse, sonunda akşam yemeğinde ortak bir sofrada buluşabildik.

Pazar günü sabahtan apartman toplantısı vardı, öğleden sonra ancak eve dönebildim. Konulardan, konuşmalardan, gerilmekten  başıma ağrı girdi. Hava serindi ama biraz yürüyüş iyi gelir diye kendimi sokağa attım.  İyi yapmışım. 
Eve dönmeden önce kızımla karşılıklı oturup, Suadiye'de yeni açılan muhallebicide salep ve kahve içtik. Fotoğrafın görünmeyen kısmında artık başının ağrısı geçmiş ve kızının bıcır bıcır anlattıklarını gülümseyerek dinleyen anne sureti var.



Kahveli fotoğraftan sonra, bu araya çelıcın 6. günün sorusunu alalım.
Deniyor ki, hatırladığın en eski anını anlatır mısın?

Hatırladığım en eski anılar, üç yaş civarından; kardeşimin doğumu, kundağa sarılıp sarmalanmış o pembe beyaz bebeği ilk görüşüm, mesela...
Ondan bir adım öncesi, kamyonla Andırın'dan Yerköy'e gidiyoruz, çünkü babamın tayini çıkmış, annem kardeşime hamile, doğuma bir hafta kalmış. 
Annem, babam ve ben eşyaların yüklendiği kamyonla birlikte yolculuk ediyoruz. Yılbaşına az kalmış, hava soğuk, Toroslar'ı geçiyoruz. 
Geceyarısı mola yerindeyiz, bir çay içip ben babamın kucağında, annem yanı başımızda kamyona yürümeye başlamışız. 
Tam o anda, elektrik kesiliyor, birden zifiri karanlık! 
Ve olan oluyor; karanlıkta annem boşluğa adım atıp hemen yan taraftaki adam boyundan yüksek çukura düşüyor.
Sonrası, korku ve heyecan dolu.
Annem karanlıkta çukurdan çıkarılıyor, Niğde'de sabaha karşı doktor bulunuyor, şükürler olsun, anne ve bebek iyi durumdalar,  Ankara'ya kadar yola devam ediliyor, anneannemde misafir oluyoruz.
Bir kaç gün sonra eve o pembe beyaz kız çocuğu kundaklanmış olarak geliyor.
Altı değiştirilirken, şaşkınlıkla gülüyorum ve yıllarca her bebek gördüğümde tekrarlanacak cümleyi söylüyorum; "Aa! Ayakı da vaaarrr!"



Bugün, yine, son dönemlerde yaşadığım sıradan günlerden farklıydı. 
Bin çeşit koşturma yanında uzun zamandır unuttuğum bir hisle doluyum; evde benden başka birisi var.
O başka kişinin mutluluk veren  varlığı ve onun getirdiği zamanlama değişiklikleriyle doluydu, gün.
Kızım örgü örmeyi öğrenmek istedi.
İlmek attım, deneme ve öğrenme örgüsünü eline tutuşturdum. Önce şişleri tutmayı, sonra ipi atmayı, örmeyi gösterdim. Uzun uzun denedi o da. Önce haraşo, sonra düz örgü, sonra lastik örgü derken, epey yol aldı.
Şimdi kardeşine kaşkol örme niyetiyle örmeye devam ediyor.

Ben de çelıncın 7. sorusuna geliyorum:

Eğer bir hayvan olsaydın, hangisi olurdun?

Kuş olmak isterdim.
Kuş olmak isterdim de hangisi olacağım ruh halime göre değişirdi.
Bazen sabahın erken saatlerinde dem çeken bir bülbül, bazen ada vapurunun arkasında bir martı, bazen baharın ilk güneşini yüzümüzde aydınlatan bir leylek, bazen ekmek kırıntısı peşinde cıvıldaşan bir serçe, bazen de yüksek bir dağın tepesinden aşağıdaki vadiye doğru dalışa geçen bir şahin...
Bu ara bir uçasım var.
Öyle!


Cumartesi, Ocak 21, 2017

GREYFURT İRİSİ ya da AĞAÇ KAVUNU

Üç gündür reçel yapıyorum. 
Üç gündür reçel kaynatmıyorum tabii, reçel yapacağım ağaç kavunu dilimlerinin kabuklarının acısı çıksın diye haşlayıp suyunu süzüyorum.
Bu sabah kaynatma işini tamamladım. Sanırım bir gün daha kabuk kaynatıp suyunu süzsem iyi olacakmış, acı değil ama azıcık dil ısıran bir tad halen var.
Yıllar önce ilk yapışımda daha başarılı olmuştum. Neyse artık, yapacak şey yok bu defa böyle yenecek.



Sözüm söz! 
Çelınç  cevaplarını yazmaya devam ediyorum.
Bugünün sorusuna düşününce ilk anda cevap bulamadım, belki yazınca ilham gelir diyerek başlıyorum.

Her zaman ve bazen özlediğin iki şey nedir?

Her zaman özlediğim şey, üzerine hemen kenarındaki kayalıklardan ağaç dalları sarkan sakin bir denizde sabah vakti yüzmek.
Aklıma geldikçe beni mutlu ettiği ve huzur verdiği için bu anıyı her daim özlerim.

Bazen özlediğim ise birden çok; çocukluğumdaki bir tat -ekmeğin üstüne ev salçası sürüp yemek mesela- ya da bir oyun -bir yaz gecesi saklambaç oynamak mesela- bazen eski bir arkadaş, genç yaşında vakitsiz kaybettiğim babam, evden uzakta olduklarında çocuklarım ve yakınlarım...



Cuma, Ocak 20, 2017

SORUN ÇÖZMEK Mİ?


Bugün doğrudan çelınç hadisesine dalıyorum.
Buyrunuz soruyu:

-Etrafındakiler hangi sorunun çözümü için sana gelirler?

Etrafımdakiler bana öncelikle soru sorarlar. Merak eden, öğrenmeyi seven bir insan olduğumdan mıdır nedir, beni ansiklopedi ya da google yerine koyar ve sorarlar.
Mesela:
"Geçen gün şurada bir ağaç gördüm, adı ne sen bilirsin."
"Şu geçen günkü filmdeki kadın oyuncu kimdi?"
"Burnum akıyor ama ateşim yok, hangi ilacı alayım?"
"Dolar kaç lira oldu?"
"Ankara İstanbul arası kaç km, kaç saat?"
Görüldüğü üzre, belirli bir konu ya da uzmanlık gerektiren durumlar yok. Sadece eskiden olsa biraz  kitap karıştırmak ya da şimdilerde internete bakmakla bulunabilecek cevaplar.

Soruların cevabını bilen kişi olunca, sorunların çözümünü üreten kişi olmak hali onu izleyerek kendiliğinden geliyor, sanırım.


*Fotoğraf denizin ve gökyüzünün renklerinin birbirine karıştığı sahil yürüyüşünden. 
Kış soğuğu göz yaşartırken denizdeki teknede olmak zor.


Perşembe, Ocak 19, 2017

KEFİR MAYALI EKMEK YAPTIM



Malumunuz blog adım Ekmekcikız, hiç alçakgönüllü bir ifade değil ancak bir gerçek bu, ekmek yaparım. Blogculuğa girişme halimin ana sebebidir ekmek işleri; önce merak, ardından okumak, sonra yapmaya heves etmek ve yazmak. 
Yıllarca onlarca ekmek tarifi denedikten çeşit çeşit ekmek yaptıktan sonra, en iyi ekmeğin Anadolu'nun has unundan ekşi mayayla yapılan ekmek olduğuna karar verdim. Şimdi iyi bir ekşi maya bulursam bir kaç ay onunla üretip yeni hamurlar yoğuruyorum. Maya bitince, ekmek de yapmıyorum.
Geçende kefir ile ekmek mayalandığına dair bir yazı okuyunca, ben de ampul yandı. 
Hazır evde mis gibi kefir yapıyorken hemen denemeye karar verdim.
Kefir, içine atılan maya tanecikleriyle  ( bir tür mantar )  mayalanan bir süt ürünü. Süt gibi gaz yapmıyor ve yoğurt kadar  ( belki daha çok )  faydalı. 
Bir gün kefiri mayalıyorum, ertesi gün tanecikleri süzüyorum, süzülmüş olarak dolapta bir iki gün daha kalabiliyor. 
İşte bu bekleyen kefirden 200 ml. kadarını yoğurduğum ekmek hamuruna ekledim, mayayı çalıştırması için iki yemek kaşığı pekmez ekledim. 
Hamuru yoğurduktan sonra ılık bir yerde ( fırının içinde ) 16 saat kadar bıraktım. İlk bir kaç saat hamur öylece durdu, ama aradan 12 saat geçince bir güzel kabarmış olduğunu gördüm.
Sonra 180 derecede bir saate yakın pişirdim ve soğuyunca dilimledim.

 


Şimdi gelelim çelıncımıza ve de cevabına...

-Hayatın bir kitap/film olsa türü ve adı ne olurdu?

Bugün kazık yerden geldi soru, atlasak olmaz mı hocam?
Ne cevap verilir bu soruya acaba?  
Hepimizin hayatının kendine göre roman sayfaları ve film sahneleri var. Tümüyle tek bir eser nasıl anlatır bizi acaba? 

Sanırım çocukluğumda beni en çok  etkileyen roman kahramanından yola çıkarsam daha doğru bir noktada olacağım. Uzun yıllar boyunca, Küçük Kadınlar'daki Jo en sevdiğim kahramanımdı ve kitabın benim için ilham verici olduğunu düşünüyorum.
Film deyince ise, çok eski bir film geliyor aklıma; Kısa Tesadüfler / Brief Encounters. Hem tesadüflere inanırım ve severim, hem de insan hayatındaki önemine inanırım. 

Çarşamba, Ocak 18, 2017

BİR LOKMA EKMEĞİN HATIRLATTIKLARI

Birkaç sene üst üste mavi yolculuğa gitmiştik.  Arkadaşımın arkadaşı bağlantısıyla güzel bir grubumuz oldu. Grubun üyeleri seneden seneye değişebiliyor, ancak bağlantı noktası hep arkadaşımın arkadaşı olmak. 
Aslına bakarsanız, insanın çok sevdiği ve anlaştığı tüm arkadaşlarının bir araya geldiklerinde birbirleriyle anlaşması kat'iyen garanti değil. Hatta bazen ciddi gerginlikler olabiliyor. Neyse ki, biz böyle bir kazaya denk gelmeden güzel geziler yapabildik.

Mavi yolculukların en keyifli zamanlarından biri  - hangisi değil ki ! -  sabah erken kalkıp denize girdikten sonra iyice acıkmış olarak kahvaltı sofrasına oturmak.

O uzun ve güzel kahvaltılarda bir arkadaşımızın kahvaltıyı bitiren son lokması, bir parça ekmeğin üzerine bal sürüp üzerine bir ceviz koymaktı. 
Keyifle dinlenmiş bir melodinin son notası gibi...

Bu sabah annemle kahvaltı yaparken bu son nota geldi aklıma, fotoğrafını çektim.




Şimdi, yine Leylakcığımdan kopya çekip, ekliyorum.

Gelelim çelıncımıza, bugün 2. gün ve yine kazık bir soru:

-Kalbini kazanmanın 5 yolu:


5 tane sayabilir miyim, deneyeyim. 
Galiba benim kalbimi kazanmak kolay bir iş. Karşımdaki kişinin samimiyetine inandığım, güvendiğim an kalbim kazanılmış olur. 
Kalp kazanma yolu ya da aracı, çiçek olur, kitap olur, bir konser anını birlikte paylaşmak olur, bir sohbet olur... 
Görüyorsunuz kolay iş! 
Kalp kırıldıktan sonra nasıl tamir edilir derseniz, o da zor değil. 
Kinci değilim, küsmem, karşılık vermeye yeltenmem, yakınlarımın bende sonsuz kredisi vardır. 
Ancak içimde bir şey bir kez çıt ettiyse ki, bu çok ender olur, o zaman kaldırır bir kenara koyarım ve bir daha aklıma bile gelmez, o.


Salı, Ocak 17, 2017

LEYLAK'CIĞIMIN İŞLERİ İŞTE!

Canım Leylak Dalı sabah uyanmış ve kendisine güzel bir görev vermiş, sonra da yolda yarenlik etmek için eski blogger ahalisine haber salmış. Davulu  blogda çalmakla yetinmemiş -bilir o çünkü, hemen kaytarırız-  mahalle baskısı olsun için yüzkitabından da duyurmuş.
Konu meydan okumaca! Şöyle oluyor, bir blogda bir konuda sorular sorulup komşu blogların o sorulara cevapları bekleniyor. Yani, böyle sanırım...

Biz eskiden blogda her gün her gün yazılar yazarken  arada çeşitli oyunlar da oynardık, mesela birisi bir konu seçer elden ele "ebe sobe" yapıp, herkesin cevaplamasını isterdi.
Şimdiki biraz daha serbest hareket, senden sonra cevap vermesini istediğin kişiyi "mim"lemiyorsun, teknik farklı, sonuç benzer.

Bu defa 17 soru cevaplanacak, her gün bir tanesi olmak üzere. Umarım "bugün yazmış mıydım" karıştırmadan tamamlarım.
İlk soruyu Leylak'ın sayfasından kopyalayıp yapıştırdım bile.


"Çelınç 1:

-Beş sözcükle kendini anlat:"

Kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz derler ya,  bu soruya nesnel bakışlı bir cevap vermek zor, gerçekten.
Haydi başlıyoruz:

Neş'eli ve güleryüzlüyüm, olaylara olumlu tarafından bakmayı sever ve tercih ederim.
Sorumluluk sahibiyim, bir iş bana verildiyse, mutlaka hakkından gelmek isterim.
Anaç tabiatlıyım, sadece çocuklarımın değil, arkadaşlarımın, birlikte çalıştığım kişilerin de annesi gibi davranırım.
Sanat  severim, sanatın her türü ve okumanın her çeşidi, müziğin her tınısı  yaşam kaynağımdır.
Doğa tutkunuyum, bitkiler ve ayağımın bastığı toprak bana canlı olmanın ne demek olduğunu en iyi anlatan varlıklardır.


Geçen haftadan bir anı, karın ilk başladığı gün, mahalledeki küçük parka bir bakış.

Pazartesi, Ocak 16, 2017

GLÖGG

Sonbahardan önceydi, şu mavi sarı renkli bayrakları olan büyük İsveç mağazasına gitmiştim.
Asıl amaç, kızımın şehir dışındaki yeni yaşamı ve yurda yerleşeceği üniversite eğitimi için gerekenlerden bir kısmını almaktı.
İşler bittikten sonra her zamanki meraki halimle yiyecek bölümüne bakmaya başladım. Ancak, şimdi hatırlayamadığım bir nedenle vaktimiz azdı ve aceleyle birkaç parça alıp, çıktım.
Geçenlerde dolabın bir köşesinde üzerinde "glögg" yazan şişeyi bulunca hatırladım, o acele alışverişin bir parçasıydı bu. 
Bir kaç sene önce İsveç İksiri isimli bir içecek almıştım, boğaz ağrısı vs durumunda sıcak bir çayın ya da kahvenin içine eklenerek içilmesi tavsiye ediliyordu. Glögg'ü de bu niyetle almış olmalıyım.
Az önce aradım internette, anladığım kadarıyla glögg sıcak şarabın kuzey ülkelerinde içilen votkalı versiyonu gibi.  Aldığım şişede frenk üzümü şurubu, tarçın, kakule, karanfil varmış. 
Hemen bir fincan çay hazırladım ve yanında biraz  glögg içtim. Doğrusu kezzetliydi, tadını lohusa şerbetine benzettim. 
En iyisi gelecek defa, usulünce içmek için bir hazırlık yapmalı.



Çarşamba, Ocak 11, 2017

Uyandım ki, rüyaymış...

Bir okul bahçesindeyim, Samsun'da okuduğum lisenin bahçesine benziyor.
Okulun etrafındaki alanı daraltıp bahçesini küçültmek istiyorlarmış. Buna karşı çıkanlar bir protesto gösteri düzenlemişler, ben o gösteriye gidiyormuşum.
Yolda bir sınıf arkadaşıma rastlıyorum, beni tanımıyor, kendimi ona hatırlatmaya çalışıyorum.
Garip! Ben lisedeyken çok çekingendim, sınıftaki erkeklerle konuşmazdım bile, o sırada çok rahatım.
Sanki, şimdiki yaşımdayım, ama bir yandan değilim, daha genç gözüküyorum.
Gösteri esnasından bir yerden hızla çıkmak gerekiyor, kaçmak için yüksek bir yerden atlayacağız.
Yanımda bir kız var -kardeşimin büyük kızına benziyor- elimden tutup "hadi, çok kolay" diyor ve atlıyor.
O atlayabiliyorsa ben neden atlayamayayım diyerek, ben de arkasından atlıyorum.
Bu atlayış, bir kaç aşamalı; hoplayıp bir çıkıntıda durup, oradan tekrar daha aşağıya, sonra tekrar, bir kaç adımda atlıyorum.
Bu atlayışlar öyle hoş, sessizce, yaylanarak, ağırlıksızmış gibi ve kolay ki, çok mutlu oluyorum.
Hem atlayıp oradan kaçabildiğim için hem de atlayışların  hafifliğinden...
21 Eylül 2008



Salı, Ocak 10, 2017

"KAR YAĞDI" GÜNLERİ

İki gündür baygınlaştıran lodos, Cuma öğleden sonra yağmuru getirip ardından rüzgâr karayele dönünce İstanbul'un kapısında bekleyen kar yağmaya başladı.
Önce Avrupa yakasında oturanlardan "kar başladı" müjdesi geldi, gece biz Anadolu yakası sakinleri de el çırpıp sevinmeye başladık.
Cumartesi sabahı bol karlı bir sabaha uyandık, bahçedeki ağaçlar peri kızı gibiydi.



Balkondaki zeytin ağaçcığım bile kar altında kalmıştı.
Kuşlar, kediler, köpekler, çocuklar, herkes kendine göre kardan nasibini aldı.
Onca üzüntülü terör gününden sonra, sanki hep birlikte çocukluğun masum günlerine döndük.
Geçici bir süre tabii, gerçekte hayat devam ediyor tüm acımasızlığıyla...



Kar haftasonu tatilini uzattı. 
Pazartesi günü de yağdı, hava iyiden iyiye soğuk oldu, saçaklardan buzlar sarktı.
Evde karbonhidrat yüklü yiyecekler yaptım, kar izin verince yola çıkan misafirleri ağırladım.
Doğum günü öncesi partisi yaptık kardeşime.



Okullar yarın da tatilmiş, gerçi bizim çocukların tatil gözleme zamanı bitti, ama yine de haber değeri var bu durumun.
İki gündür annemin televizyonu "zayıf sinyal" nedeniyle yayın alamıyor, kar buz bahanesiyle tamir de etmiyorlar. Annem bendeki kablo tv yayınına takılıyor, ben de evlenme programındaki kavga gürültüden uzak durmak için kendime ek işler icat ediyorum.

Gün batımında bahçedeki lambalar yanarken dişbudak ağacımız pek romantikti, doğrusu.


Çarşamba, Ocak 04, 2017

BUGÜN BEN, ŞÖYLE Kİ...

Size bugünümün bir bölümünü anlatayım, sabırla okuyun lütfen.

Sabah  dört hafta ne çabuk geçti diye söylenerek kuaföre gittim ve saçımı boyattım, öğleden sonra da bir sinemaya gidip kafa dağıtayım dedim.
Programa bakıp, yakındaki bir salondaki 13:45 seansını gözüme kestirdim.  Gişeye gidip Aşıklar Sehri'ne bilet aldım ve o an saatime gözüm takıldı, eyvah zaman gelmiş diye koşturarak salona daldım. 
Salona girince ne göreyim film başlamış bile. 
Nasıl yani neden erken başlamış diye söylenerek  karanlıkta yerimi bulmaya çalıştım ki az daha birinin üstüne oturuyordum. Üstelik salon dolu! Güç halle bir yer bulup oturdum.
Aa! Hadi diyelim film erken başlamış ama yine de filmin başı olması gereken yerde başrol oyuncularının öpüşmesi acayip değil mi?
Birden şeytan dürttü ve anladım ne olduğunu...
O hızla dar attım kendimi dışarı ve gülmeye başladım.
Meğer  saat henüz  13:15 imiş, filmin başlamasına 30 dakika varmış ve  ben henüz devam eden bir önceki seansa girmişim!
Görüldüğü üzere bende bunaklık berdevam!


Film nasıldı derseniz, Aşıklar Şehri / LA LA Land, çok hoş eski usul bir müzikal.
Mutluluk verdi bana.

Salı, Ocak 03, 2017

SÜT KOKUSU


Yılbaşı akşamı sakin ve mutlu bir aile yemeğiyle başladı.
Kardeşim bir gün öncesinden yemek  hazırlığına başlamıştı, ben o gün börek, salata faslından destek üretimi yaptım.
Yurt dışında, şehir dışında, şehirde ama uzak mesafede olan dört çocuğumuz ve annemizle keyifle oturduk sofraya. 
Yenildi, içildi, sohbet edildi, gece yarısından önce benim çocuklar arkadaşlarına gitti, geceyarısından sonra annemle beni, kardeşim ve eniştem eve bıraktı.
E sonra olanlar oldu, meğer o saatlerde Reina'da can pazarı yaşanıyormuş, eve gelip televizyona bir bakayım deyince öğrendim. O ufacık mutluluk akşamı uçtu gitti elimizden.


O gece sofrayı süsleyen  çiçek 


Ertesi gün uzun süre kendime gelemedim ya da kendimde olmak için sebep görmedim.
Bir gün öncesinin "ya tutarsa!" iyi dilekleri gerçekler yüze çarpınca, çıkmayan  piyango biletinden daha derin bir hayal kırıklığı yaratıyor.

Öğleden sonra mutfağa girdim, çiftlikten gelmiş 5 litre sütü tencerelere pay ettim ve kaynatmaya başladım. Süt kaynadıkça misler gibi koktu ve ruhumu hafifletti.

Önce 1 litresinden lor yaptım, süzdüğüm peyniraltı suyuyla tarhana kaynattım.
Sonra 2,5 litresinden süt reçeli yaptım. Süt reçeli yapmak iki saat ocak başında durup bütün dikkatini kaynayan tencereye vermeyi ve neredeyse durmaksızın tencereyi karıştırmayı gerektiriyor. O kadar nefis bir sonucu oluyor ki, tüm zahmetine değiyor.


 Süt reçelinin soğumuş hali, kavanozda 


Kalan 1,5 litre süt ise sütlaç oldu, bir kısmı fırın sütlaç olup kızardı, bir kısmı kasede kalıp tarçınlandı