Koca kış geçti adaya gidemedim, ne Burgaz'a ne Heybeli'ye, Büyükada zaten yılda bir sırasında bile değil. Küçük dayım kaç kez Heybeli adadaki evlerine çağırdı, hep bir engel çıktı, gitmek nasip olamadı.
Bu hafta minik bir ara bulunca, dayımlar müsait olunca, kızımın programı denk gelince kendimizi adaya giden motorlardan birinde bulduk, nihayet.
Bostancı'dan bindiğimiz motor Heybeli'ye yanaşma manevrasına başladı, yan yana iki tepeliymiş gibi duran adanın, üzerinde Ruhban Okulu olan kısmı şimdi karşımızda. Birazdan daha sol taraftaki iskeleye yanaşmış olacağız.
Hava güneşli, bahar göz kırpmaya başladı, bu hafta hava ısınacak diyorlar. Motorumuz bizden sonra Büyükada'ya gidecek. Büyükada motorları, vapurları her zaman dolu olur, bahar güneşinin çağrısına rağmen bu defa motor oldukça tenha.
İskeleden eve doğru yavaştan tırmanmaya başladık. Karşımıza ünlü sahaf dükkanı çıkıyor ve kızım kitapların içine düşüyor. Birazdan alacağımızı almış olarak tekrar yürüyüşe geçiyoruz.
Bahçenin güzellerinden nergis.
Dayım ve yengem "güneş güzel, bahçede oturalım" diyorlar. Arka taraftaki camekandan sandalyeleri avluya taşıyoruz. Yemek hazır olana dek oturuyoruz, bir yandan sohbet ederken diğer yandan bahar çiçeklerine, henüz hiçbirisi açmamış ağaçların dallarına, üzerimizde uçan kargaya, martıya, bahçe duvarında güneşlenen kedilere bakıyoruz.
Yemek sonrası yürüyüş ve yeni gelin ağaçları seyretme zamanı.
Henüz solmamış mimozaların kokusunu duyarak, ötüşen kuşları ağaç dalları arasından seçmeye çalışarak, ah bak bu ağaç da açmış işaretiyle sevinerek orman yoluna doğru ilerliyoruz.
Orman yolundaki çamların görkemi gözümüzü alıyor.
Sert geçen kışlara dayanamayarak devrilmiş çamları görüyoruz.
Uzaktan uzun süredir kapalı olan sanatoryum binalarına bakarak, ilerliyoruz. İki üç sene önce yanan ormanın bulunduğu yamacı arkamızda bırakıyoruz.
Birazdan Rum mezarlığını görüyoruz ve hemen ardından müslüman mezarlığı yolumuzun üzerinde. Mezar taşlarında yazan isimler arasından Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Hamit Naci dikkatimi çekiyor.
Heybeli'nin bu tarafında hiç yürümemiştim. Marmara denizi önümüzde uzanıyor, yürüdükçe Büyükada'ya yaklaşıyoruz.
Adaların simgelerinden mimoza için bir uyarı resmi yapılmış. Diyor ki, "mimoza ağaçtır, çiçek değildir, dallarını kırmayın". Önünde meydanın bekçisi akşamüstü güneşinde şekerleme yapıyor.
Ormanlık alan bittikten sonra, tırmandığımız yüksekliği koruyarak bu defa mahalle aralarından yürüyoruz.
Artık yorulduk, çay saati gelmedi mi konuşmalarına başladığımız sırada eve inen yokuşun başına vardık sonunda.
Çaylarımızı içtik, dinlendik, motor saati yaklaştı, haydi iskeleye yürüyelim. Bu defa pazar kurulan sokaklardan geçerek iskeleye doğru yürüyoruz.
Adalarda yaşayanlar, günün saatine göre vapurların, motorların nereden geldiğini, nereye gideceğini doğal bir refleksle biliveriyorlar. Mesela, bu vapur Kabataş'tan geliyor, adalara uğrayarak gelmiş, şimdi Büyükada'ya gidecek.
Deniz öyle güzel ve sakin duruyor ki...
Ne yazık ki fotoğrafı büyüttüğünüzde İstanbul'un silme beton halini de daha yakından göreceksiniz. Adadan dönüşlerin en az sevdiğim tarafı bu işte, beton dolu İstanbul gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek gereği...
Bu sene ada ziyareti yapamamıştık, özlediğimi hissettim. 2018'de imza için geldiğimizde kardeşimle bir Burgaz yapmıştık, anılarımın en özel yerinde saklı. Bu sene kısmet olursa gidilecek yerler çoğaldı :) Sefanız olsun sizin de anne-kız ne güzel etmişsiniz, hem ziyaret, hem keyif olmuş
YanıtlaSilne güzel yapmışsınız. bizim adamız burgaz olsa da heybeliyi de ayrı severim :) dayınların orada yaşıyor olması ne kadar güzel, belki bir gün biz de yapabiliriz bunu :)
YanıtlaSil