Perşembe, Nisan 30, 2020

RAMAZAN PİDESİNE GÜZELLEME

Yapmasam olmazdı, yazmasam olmazdı; bir güzel pide yaptım, sonunda.
Ekşi mayayı tutturup, havalara uçtuktan sonra  (burada anlatmıştım)  bir iki kez güzel kıvamlı ekmekler yaptım. 
Sonra ne olduysa geçen hafta iki farklı denememde ekmekler kabarmadı, acemi ekmeği gibi oldu. Oysa, fırına vermeden önceki aşamalar iyi geçmişti.
Üstelik, aynı sıralarda kaç arkadaşıma ekmek yapma danışmanlığı veriyordum. Nasıl bir şuursuzluk hali...



Yeni bir hamur yoğurmadan önce, aksiliğin nerede olduğunu anlamaya çalıştım.
Okudum, izledim ve anladım ki, hamuru iyi kabarsın diye fazla yoğurunca, hamur yorulur ve kabarmaktan vazgeçermiş.
Bu defa talimatlara daha düzgün uymak için notlar aldım. Pide tarifini uzatmadan ve abartmadan veren, üstelik ekşi maya kullanan bir tarif buldum ve uyguladım.



Sonuç mükemmeldi, gerçekten çok sevindim.

Bir de derler ki, ekşi maya canlıdır yapanın ruh halini alır. Keyfiniz yoksa, mayanızdan keyifli sonuç beklemeyin.
Doğru sanırım, geçen hafta oldukça moralsizdim. Bu defa pideyi güzel yapmak moral verdi.

Pazartesi, Nisan 27, 2020

TOPRAĞIN TUZU / THE SALT OF THE EARTH




Sebastiao Salgado
Brezilyalı
Dünya Vatandaşı
Fotoğraf Ustası

Ekonomi okumuş, hatta master, doktora dereceli bir ekonomist.
Sonra karısı Lelia mimarlık eğitiminde kullanmak için bir fotoğraf makinesi alıyor.  Sebastio  fotoğraf makinesini kurcalarken karısının fotoğrafını çekiyor ilk. Başlayış, o başlayış!
Bir süre sonra mesleğini bırakıp, fotoğraf çekerek hayatını kazanma kararı verecek kadar, fotoğraf çekmeye tutkun oluyor.
Yıllar geçerken sosyal fotoğrafçı ve belgesel fotoğrafçı olarak tanınıyor.
Dünyada insanın nerede dertli hali varsa, Salgado orada. İşçileri, göçmenleri, katlima uğrayanları, açları çekiyor.
Günün birinde dünyadaki kötülükten nefret ediyor ve baba toprağına dönüyor. Bir süre sonra, başka bir uğraşı buluyor kendine ve oradaki kurak araziyi yeşillendirmek için uğraşmaya başlıyor.
Tüm hayatı ve meslek yaşamı boyunca kendisine destek olan olan karısı Leia, bu konuda da Sebastiao'yu destekliyor.

**********

Dün bir film seyrettim.
Burada, filmi taa iki üç  sene öncesinden seyretmemi öneren arkadaşımdan, karantina günlerinde SALT Çevrimiçi sayfasında filmin önüme çıkıvermesinden, siyah beyaz filmi nasıl gözümü kırpmadan seyrettiğimden söz edecektim.
Bir baktım ki, almış başını gidiyor yazdıklarım, Salgado'yu ezbere anlatmaya başlamışım.
Daha fazlasını yazmayacağım.

10 Mayıs'a kadar SALT Çevrimiçi sayfasından izleyebilirsiniz. Buradan tık! 

Filmin yönetmenleri, Salgado'nun oğlu  Juliano Ribeiro Salgado ve ünlü Wim Wenders. Film hakkında bilgi için tık!

Sebastiao Salgado'nun işleri ve başka merak ettikleriniz için buraya tık!

Israr ediyorum,  kaçırmayın lütfen, bu filmi bir an önce seyredin.

Pazar, Nisan 26, 2020

bir kitap ve bir film üzerine içimden geçenler

uzun zamandır okumak istediğim bir kitap, "körlük".  edebiyatsever bir kaç dostumun hararetle önerdiği bir kitap.
cesaret edemiyorum bir türlü, ya bir distopya ise, kötü gelecek tasarımları hakkında okumak, düşünmek içimin daralmasına neden oluyor, böyle bir histen uzak durmak en iyisi.

geçen sonbaharda portekiz'e gidiyorum, hayran kalıyorum. portekiz'le ilgili herşey ilgimi çekiyor, öğrenmek istiyorum. seyahat dönüşü kırmızı kedi kitapevi'nde dolaşırken jose saramago'nun "portekiz'e yolculuk" kitabını görüp alıyorum. yavaş yavaş tadını çıkararak okuyorum. 
artık saramago'ya daha yakın hissediyorum kendimi, o zaman körlük'ü okuyabilirim.

kitabı oğlumun kitaplığında buluyorum.
arka kapakta konusu hakkında yazıyor "bütün ülkeye yayılan bir körlük salgını", " tüm körler karantinaya alınır", "yaşam durmuştur, kaos, pislik, açlık, zorbalık hüküm sürmektedir", "insanların tek çabası ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır".
tam da o günlerde kovid karantinası başlıyor. korkumla başbaşa kalacağım sanki, okumasam mı?

kitabın çevirmeni ışık ergüden, daha önce çok başarılı, lezzetli çevirilerini okumuştum.
ilk sayfada notu var: "bu kitapta, yazarın kendine özgü yazım şekline sadık kalınmıştır". neden bu nota ihtiyaç duyuldu acaba?
birkaç sayfa sonra anlıyorum, alıştığımız  klasik roman tarzının dışında bir uslüp, konuşma çizgisi yok, bir  tasvirin arkasına bir kahramanın sözü düşüncesi ekleniveriyor, adeta bir nefeste anlatılan sayfalar. 
inanılır gibi değil,  kendime çıkardığım tüm handikaplara rağmen roman akıp gidiyor. evet distopya, evet anlatılanlar insanın kötülüğü hakkında bir destan, yine de elimden bırakamıyorum.
çünkü, anlatılanlarda herşeye rağmen, aynı zamanda umut var, direniş var, dayanışma var. kitabı kapadığımda has edebiyatın verdiği iyi duygular içimde.

"neden kör olduk, bilmiyorum, belki bir gün nedenini öğreniriz, ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana, söyle, bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler." sf. 330



"maudie" filmini de bir süredir duyuyordum.
üstelik sevdiğim iki oyuncu oynuyor, sally hawkins, ethan hawke.
aslında bir filmi izlemeden önce yönetmenine bakarım, konusunu merak ederim, bu defa konusunu, yönetmenini filan bilmiyorum.
filmi izlerken yavaş yavaş o sakin anlatımına, bir çeşit büyüsüne kapılıyorum ve merak ediyorum, bu kadın yaşamış birisi mi? filmi durdurup bakıyorum, evet öyle imiş.
film bitince maud lewis hakkında kısa bir belgesel ve yaptığı işlerden örnekler buluyorum.
önce hayata tutunabilmek ve sonra da kendini ifade edebilmek için hiç durmadan ve içinden geldiği gibi resim yapan bu minicik kadına hayran kalıyorum.

oyuncular beni yanıltmadı yine,  öylesine gerçek karakterler yaşatmışlar...
yönetmen aisling walsh, rahatlıkla dramatize edilebilecek konuyu, olayın geçtiği kanada'nın nova scotia bölgesinin uzayıp giden kır ve deniz manzaralarının dinginliğinde öylesine güzel anlatmış...

bu filmi izlediğime de, halk sanatçısı olarak tanımlanan maud lewis'le tanıştığıma da  çok memnunum.


yukarıdaki eser, maud lewis'in self portresi, wikiart'tan aldım.

burada daha çok eserini ve başka bilgileri bulabilirsiniz.

burada ise film hakkında bilgiler var.

Cuma, Nisan 24, 2020

POETRY / SHİ / ŞİİR

Uzun zaman aradan sonra, çok güzel bir film izledim.
İstanbul Modern'in web sayfasında dolaşırken, filmlerini ilgiyle sevgiyle izlediğim yönetmen Pelin Esmer'in önerilerine denk geldim.
Pelin Esmer'in önerdiği beş filmden birisi -neden bilmem- ilgimi çekti, internete baktım ve buldum.
Film başlayınca anladım, en sevdiğim sinemalardan birine ait film, bir Güney Kore yapımı.
Sakin sakin başlayan ve yine sakince yayılıp genişleyerek etkileyen filmi, anlatımına bayılarak izledim.
Filmin bir yerinde aniden "ben burayı daha önce görmüştüm" dedim ve şimşek çaktı, geçen sene gördüğüm ve çok beğendiğim "Burning / Şüphe" filminde görmüştüm o kır evini, plastikle kaplı seraları, testere gibi uzanan dağların manzarasını.
Film bitince İMDB sitesine bakınca gördüm ki, iki filmin  yönetmeni  hem de senaristi aynı kişi; Chang-dong Lee.
Filminin senaryosunu da yazan yaratıcı yönetmenler başka oluyor inancım, kendini doğruladı, yeniden.



Filmin konusunu ve eleştirisini merak edenler için buraya bir yazı bırakıyorum, lütfen tık!
Ben şimdi film üzerinde biraz daha düşünmeye gidiyorum.


Perşembe, Nisan 23, 2020

yazısını sonra yazarım, belki



burada dursun, bakayım bazen 

Çarşamba, Nisan 22, 2020

ayva çiçek açmış...

insanın aklına hemen bildiğimiz türkü geliyor, değil mi?
sözleri dilimizin ucunda, "...yaz mı gelecek? gönül bu sevdadan vaz mı geçecek?"

annem kaç gündür soruyordu, bahçedeki ayva çiçeklendi mi?
bu sabah eczane, market alışverişi dönüşü yan bahçeden girdim ve gördüm ki, ayva ağacı çiçeklenmiş.



ayvanın çiçek açması, annem - babam memleketi için, ayva yaprağının toplanabilir kıvama geldiğinin göstergesi bir de.
ayva yaprağı toplanıp ne mi yapılır?
malatya'nın meşhur ekşili köftelerinden birisi ayva yaprağıyla sarılır.
o küçük yapraklar toplanır, yarma adı verilen ince bulgurla hamur yapılır, yapraklar minik minik o hamurla sarılır.
minik köfteler önce haşlanır, sonra yoğurtlu unlu bir sos içinde pişirilir, erik ekşisi eritilip pişmiş köftelere katılır ve üzerine yağda kızartılmış bol soğan eklenerek servis edilir.



fotoğrafı çekerken acayip sert poyraz esiyordu, ayva çiçeklerine bir güzel poz verdiremedim.
artık olduğu kadarıyla...

Cumartesi, Nisan 18, 2020

dün akşamüstüne doğru, birden dank etti....

...yarın ve öbür gün sokağa çıkmak resmen yasak!
ve ben tam bir haftadır evin kapısından, sadece iki kat yukarıya, anneme gitmek için çıkıyorum.
sokağa çıkmam lazım, yoksa iki gün dayanamayacağım, dedim, kızıma.
tabii ki, yine mutfaktaydım, akşam yemeği hazırlığındaydım. 
elimi yıkadım hemen, üstüme bir kot bir ince kazak, çıkarken hafif bir ceket ve olmazsa olmaz maskemi kuşanıp attım kendimi sokağa.
arka sokakta pazar var, etraftaki kalabalıktan anladığıma göre cıvıl cıvıl!
hiç lazım değil şimdi insan kalabalığı.
mahallenin kısmen daha tenha sokaklarında dolaştım, birisinden girip paralelinden çıkıp, yolu uzatarak zigzaglar çizerek, kısayı uzun ederek yürüdüm.



bu sabah, etrafta sadece kuş cıvıltıları duyuluyorken balkonda oturuyordum.
eski zamanlarla karşılaştırınca inanılmaz bir şey oldu, burnuma mor salkım kokusu geldi.
acaba, dün fotoğrafını çektiğim bu salkım mıydı?
gerçi bunlar biraz daha uzakta, kokusu zor duyulur şimdi.
dün maskenin arkasından bile buram buramdı.



bu güzelliği bir alt paralel sokağımızda gördüm.
bir apartmanın girişini çepeçevre sardığı gibi, yanlara doğru da alabildiğine serilmişti.
bilemedim nedir? yaban gülü gibi, asma gülü gibi duruyor, koku alamadım.

dönüşte bir tahta perdenin ardından uzamış bir leylak ağacı gördüm, 
tahta perdenin sokağa yakın kısmındaki dalını çat kırmışlar, yolmuş götürmüşler.
dalında seyretseler ya!

göreceğimi görüp, biraz havamı değiştirince fazla abartmadan eve döndüm.
temizlenip, üst baş değişip külkedisi'nin mekanına geçtim, yarım kalan yemek pişirme işini tamamlayıp, sofrayı kurdum.
hikayesi bugüne kaldı.

Çarşamba, Nisan 15, 2020

bir doğum gününün anları

- sosyal mesafeyi korusak, abin de gelse nasıl olur?
- soralım bakalım, ne derler?
- hava güzel olsa apartmanın bahçesinde otururduk anne, yağmur yağıyor ve soğuk var, evde olmak biraz riskli.
- vazgeçelim bu fikirden o vakit, heveslenmişti oysa, üzülecek şimdi kardeşin.
- pasta ısmarlayayım mı, yavrum?
- hayır hayır, çikolatalı tart yapacağım kendime.

gecenin geç vaktine dek uğraştı. tart tabanı hazırlandı, pişirildi, çikolata sosu ayrı yapıldı, tekrar pişirildi.

sonra geceyarısı hüznü çöktü, uykudan önce, yarını düşününce, mutsuz olunca, gözyaşlarıyla geçen bir saatin ardından, anne sırtını okşadı, sakinleşildi, uykuya geçildi.

sabah geç kalkıldı, kahvaltıdan sonra doğum günü pastası niyetine kendi eseri turtaya dikilen sembolik mum üflendi, iki dilim kesildi, anne ile karşılıklı yendi.

iki saat sonra abi kapıya geldi, uzaktan uzaktan bakışıldı, turtadan paket yapıldı, eve teslim yenmesi için verildi.

sonra küçük kardeş aradı, ablayı güldürdü. arkadaşlar, kuzenler aradı uzun sohbetler yapıldı. keyifler biraz yerine geldi sonunda.

yirmiüçüncü doğum günün anısı böyle yazıldı.



Cumartesi, Nisan 11, 2020

TURŞU TABAĞI

Blogumun son günlerdeki akışına bakıyorum da, iyiden iyiye her telden şarkılar programı gibi olmuş.
Kitap okumuşum hakkında şöyle düşünüyormuşum da, ekmek yapmışım nefismiş de ve hatta ekşi maya bile yapmayı becermişim de, yok efendim anılara dalmaklar, günlük olaylar hakkında fotoroman yapmaklar... 
Biraz şizofrenik bir hal değil mi sizce de?
Gerçi o kadar gömmeyeyim kendimi, günlerin bize getirdiği ruh halinin sonuçları olsa gerek bu durum.
Kendimi bir güzel haklı çıkardıktan sonra, şimdi gelelim günün marifetine. 
Aslında marifet bugünün sonucu değil; turşu dediğinin kurulması, olması, sofraya konulur hale gelmesi en azından bir aylık süreç sonunda tamamlanıyor.

Annem çok güzel turşu yapardı. Çocukken kış günlerinde, soğuk yerde saklanan küpten turşu çıkarıp sofraya getirmek benim işimdi ve buna bayılırdım.
Son yıllarda, biraz tansiyon sorunu, biraz da saklama yeri konusu nedeniyle, annem turşu yapmıyor. 
Önceki sene ufak bir deneme başarılı sonuçlanınca, geçtiğimiz sonbahar işe giriştim ve tadanların onayladığı güzel sonuçlar aldım.



Turşu tabağını salatalıktan başlayıp saat yönünde dönelim:
Salatalıklar kütür kütür olmuştu, çocuklar hemen bitirdiler.
Karnabahar turşusunu, biten turşu suyuna kurmuştum, iyi sonuç verdi.
Alman lahana turşusu ( sauerkraut ) geçen senenin ürünü, buzdolabında saklayıp yaşlandırdım ve ayıptır söylemesi her tadan bayılıyor.
Biber turşusu elimin ürünü değil, Cevizhane'den almıştım. Çünkü, benim kurduğum biberler bir türlü lezzetli olamadı ve genellikle eridi gitti.

Turşu konusu da böyle işte!

Cuma, Nisan 10, 2020

ÖZLEDİKLERİMDEN

O kadar uzun zaman bu manzaraya* baktım ki, her haline aşinayım.
Yine de, her yeni günde odama ilk girdiğim anda, gözlerim kamaşırdı.

En çok göz alan, denizin -deniz dediğim güzelim Boğaziçi- şıkır şıkır olduğu ilk yaz günleriydi. 
İlk baharda gökyüzü masmavi olurdu, karanlık kış günlerinden sonra içimize ışık salardı.
Sonbaharın başka bir ışığı olurdu, bunaltıcı yaz günlerinden sonra poyraz esmeye başlamışsa, değil karşı kıyı en uzaklar, Yalova kıyıları bile gözükürdü.
Kışın denizin rengi daha çok dikkat çekerdi, yeşile, mora bakan koyu gri dalgalar akar giderdi.

Bazen çalışma gününün harareti yüksekse, bunların hiç birisine dikkat etmemiş olurdum. Sonra martılar kahkahalar atarak dalışa geçer, balkonun korkuluğuna konar ve içeridekileri dışarıda yaşanana götürüverirdi.
Hiç beklemediğiniz başka bir anda, kocaman bir yolcu gemisi boğaza girmek ya da Karaköy'den ayrılmak için manevra yapardı ve derhal bütün büro ahalisi işi gücü bırakır olanı seyre başlardık.

İşin uzadığı geç çıkılan akşamlarda, dolunay zamanıysa, karşı kıyının tepelerinden kocaman parlak ışığı "aa, ay!" birden görünce küçük sevinç çığlıkları attığımızı da hatırlıyorum.

Geldi geçti, hayattaki her güzellik gibi, anısı kaldı yadigar.



*Fotoğrafın tarihi 10 Nisan 2014, tam altı sene öncesi.
Vakit öğlen civarı olmalı, hava pusluymuş, kararsız ilkbahar  havası ne de olsa.
Dışarıda iki kıyı arasında gidip gelen motorlar, daha uzağa giden vapurlar,  önde Cihangir'in çatıları,  arkada Kızkulesi, daha arkada sevimsiz yüksek binaların silueti.
Bak dur işte!

Salı, Nisan 07, 2020

POYRAZ SERT ESİYOR İKİ GÜNDÜR...

... Öyle ki, gece sesinden uyutmuyor; Uğultulu Tepeler gibi olduk.
Böyle eserken dün sabah olan oldu, apartmanımızın bahçesindeki en yüksek ağacı devirivermiş.


Ağacın devrilmesine ya da sesine tanık olmadım. Anneme kahvaltı hazırlarken dışarıdan motorlu testere sesi gelmeye başladı. 
Balkona çıkınca minik bir çığlık attım, anneme seslendim, avokado ağacı devrilmiş! Belediyeden ekip gelmiş, ağacın uzun gövdesinin üst tarafındaki yapraklı bölümü kesiyordu.



Sonra kepçe vinç karışımı bir aracın yardımıyla gövdeyi sokağa kaldırıma alıp parçalara böldüler. Böldükleri parçaları bir araca yüklediler ve götürdüler.
Ağaç gövdesinin yapraklı ve çiçeklenmeye başlamış bölümünü de parçalara böldüler. Onun için kocaman damperli bir araç geldi, yüklediler ona.



Gördüğüm kadarıyla kökler derine inmemiş, bahçe duvarı boyunca yayılmaya çalışmış. Uzun gövdenin üst kısmı dallar ve yapraklarla dolu ve ağır olduğu için, gövde sert poyraza dayanamamış ve tümüyle devrilmiş.
Ağacımız en az onbeş senelikti. Meyve vermezdi, çünkü etrafta tozlanabileceği başka avokado ağacı yoktu. Geçen sene yakınına balkonda çekirdekten yetiştirdiğim bir avokado fidanını dikmiştik, ama henüz ufacık o.


Şimdi devrilen ağacın yeri boş kaldı.
Geçen sene Hermann Hesse'in çeşitli yazılarından seçilerek hazırlanmış "Ağaçlar" başlıklı bir kitabını çevire çevire okumuştum. 
Yazar, 36. sayfada başlayan  "Şeftali Ağacı"adlı bölümde  benzer bir rüzgarla devrilen ağacı hikaye ediyor. 
Diyor ki, "Bu eski tanıdık arkadaşın durduğu yerde bir boşluk vardı şimdi, küçük dünyamda açılan bu yarıktan içeriye karanlık, ölüm ve dehşet bakıyordu. .... Hiç değilse, seninki düzgün, doğal ve onurlu bir ölüm, ki bu yüzden şanslı addediyorum seni, artık dermanın kalmayana kadar, direndin ve dayandın. Sonunda pes etmek zorunda kaldın, düştün  ve kökünden koparıldın."



Bu fotoğrafı bundan tam iki ay önce 7 Şubat günü çekmişim. 
Ogün İstanbul'a mevsimin ilk ve tek karı yağdı, geçti.
Yaz kış yapraklı avokado ağacının üstünde mevsimin karı böyle bir beyazlık bırakmıştı.
O da şimdi anılarda kaldı.

Pazartesi, Nisan 06, 2020

EKŞİ MAYA YAPTIM, PEK GÜZEL OLDU

Bugün Blog Teyzeleri'yle konuşurken söyledim bunu. 
Derken Elektra'cığım  taze fırından çıkmış ekmeğini gösterdi. 
Ş.'ciğim dedi ki, sıcak ekmeği tereyağla yemek tehlikesi nedeniyle ekmek yapmıyorum.
Bunun üzerine Köşenin Delisi, herkes ekmek yapıyor, bana da öğretin ekmek yapmayı deyiverdi. 
Hemen yazdım, bu ara piyasada kuru maya kalmamış, bulursan tarif vereyim.
Cevap şöyle geldi, kuru maya nedir?
Hımm, anlaşılan ekmek yapımına alfabenin ilk harfinden başlıyoruz! 



Neyse, şaka bir tarafa, ekmek yapmanın pratik yolu kuru veya yaş hazır maya kullanmak.
Uzun yıllar boyunca, makinede ya da elde ekmek yaparken, ben de hazır maya kullandım. Sonraları eski usul ekmeklerin tadına daha yakın lezzetler ararken ekşi mayayı denedim. Maya paylaşmak yoluyla aldığım ekşi mayaları uzunca süre kullanıyordum. 
Bir dönem, kendim evde maya yapmaya çalıştım. Belki yeterince azmetmedim, olmadı, beceremedim.
Öyle ki, bir dönem şöyle bir etkinliğe de katılmıştım, topluca ekşi maya yapmak için. Tıklayınız!



Derken efendim, ekmekcilik zaanatına yeniden dönünce ve de evdeki tek paket kuru mayayı bir sefer pizza üç sefer ekmek yapmaya ancak yetirince, ekmek yapmaya devam etmek için kendi ekşi mayamı tutturmanın başka bir yolu olmalı arayışına yeniden girdim. 
Derler ya, eğrisi doğrusuna denk geldi ve Youtube'da bir video önüme çıkıverdi. Burada! 
Takma adı   Padeiro de Apartamento  olan bir Portekizli, sade bir anlatım ve de videonun altında yazılı bilgi ile beş günde ekşi maya yaparsınız diyordu. 
Yaptım, oldu, mutluyum!



İlk fotoğrafı mayaya başladığım 2. gün çekmiştim.
İkincisi 3. gün durumu, üçüncüsü ise 5. günden.
Ha, bu arada, mayayı günlük besleme ve karıştırma sonrası, mutfaktaki dolaplardan birinde karanlık ortamda ve kavanozun ağzı yarı açık olarak saklamayı öneriyordu sevgili Portekizli. 
Bence bu önemli bir ayrıntı.
Diğer konu, maya hazırlanırken beslemek için her seferinde 3 kaşık un, 2 kaşık su kullanılıyor; bu da önemli bence. Daha önce yapmayı denediğim mayalar genellikle daha sulu kıvamda oluyordu.




Dün mayanın olduğuna kanaat getirip, hamur yoğurmak üzere bir kısmını ayırdım.
Diğer bir kısım maya kavanozda buzdolabında bir kaç gün içinde beslenmek ve yeni ekmeğimize maya olmak üzere bekliyor. 
Hamur yoğurduktan sonra heyecanla kabarmasını bekledim. Yaşasın! Oldu işte, maya çalışıyor.
Sonra bir kez daha yoğurup bekledim. Bütün bunlar sürerken vakit  geç vakit oldu, uykum geldi. Sabah erken kalkıp fırını ısıttım ve  ekmeği pişirdim.




Epeyce bekledi ekmekler ki, soğusun ve kolay kesilsinler.
Dilimlendikten sonra tadılsın ve beğenilsinler.

Blog adımın hatırına, ekşi maya ve onun ekmeği  hikayesini yazmasam olmazdı ama, değil mi? 

Perşembe, Nisan 02, 2020

İKİ KİTAP ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Bugün yağmur bekleniyordu, tam da söylenen saatte ince ince  başladı, şimdi artarak devam ediyor. Tam kitap okuma havası aslında, derdik eskiden olsa. 
Oysa şimdi sadece yağmurlu  havada değil, her halde zorunlu olarak evde otururken, virüsle boğuşanları, onlara yardım etmeye çalışanları ve geçim derdine düşenleri düşününce, kitap okumak lüks kategorisinden bir faaliyet sanki. 

Son zamanlarda okuduğum iki kitap var. İkisinden de farklı  şekillerde etkilendim.
Sırayla değil, son okuduğumdan daha öncekine giderek yazacağım.



Son senelerde, Macar edebiyatından, okuma lezzeti duyduğum birkaç kitap okumuştum. Bir dönem Macar sinemasını da  edebi duyarak hayranlıkla izlerdim. 
Çocukluğumun unutulmaz kitaplarından olan, Pal Sokağı'nın Çocukları'nı olan sevgimi ayrıca belirtmeliyim.

Geçen ay, henüz virüs hallerinin bütün dünyayı sarmadığı lay lay lom zamanlarımızda, İstiklal Caddesinde dolanırken YKY Kitapçısında kitaplara bakınıyordum. "İşin Aslı, Judith Ve Sonrası" başlıklı kitap gözüme takıldı. İki tur attıktan sonra, çıkarken  kitabı aldım. Kasadaki genç kadın, "roman sever misiniz, ben okudum çok güzel" deyiverdi. Zevkle okumayı umarak aldığınız kitabı başka sevenin olması, bir an önce okumak arzusunu artırır değil mi?

Romanı, son iki haftada başlangıçta daha yavaş, sonra meraklanarak ve giderek daha çok severek okudum. Hatta, uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım ve kitabın ilk iki bölümünde pek çok satırının altını çizdim. Son bölüme gelince, ilk iki bölüme bakarak, muhteşem bir final beklerken daha çok hayal kırıklığına benzer, "öyle mi diyorsun, peki bakalım" diye ifade edebileceğim bir duyguyla kitabı kapattım.

Kitabın arka kapak tanıtımı şöyle:
"Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi... 
Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve tutukluğu, sevgiyi ve ayrılığı ustalıklı bir dille anlatırken, ikinci büyük savaşa doğru yuvarlanan bir dünyada, “yaşamak” ile “var olmak” arasındaki derin uçuruma duyarlılıkla ve cesaretle eğiliyor."

Kitabın her bir ana bölümünde, olaylar, yukarıda sözedilen üç kahramanın ağzından anlatılıyor. 
Aynı olayın başka bakış açılarından anlatılması, olayın gerçeğini kavramak isteyen okur için cazip bir yöntem.
Diğer taraftan, yazarın anlattığı iki dünya savaşı arasındaki Orta Avrupa burjuvazisinin yaşamı ve onların iç bungunlukları ilginç tespitlerle dolu. Bütün bu artı notlar yine de kitabın eksik saydığım etkisini gideremedi.
Kim bilir, belki de kitabın son satırında yazan "Posillipo, 1949 - Salerno, 1978" notundan çıkardığım,  kitabın tamamlanma sürecinin uzun oluşu,  o eksiklik duygusunun nedenidir.




Hatırlarsınız, 2018 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verilmemişti. Akademi'deki taciz ve yolsuzluk skandalları nedeniyle, ödülün 2019 yılı ödülüyle birlikte verileceği duyurulmuştu.
2019'da ödüller açıklanırken, bu defa 2019 ödülü verilen Avusturya'lı yazar Peter Handke'nin Bosna soykırımını inkar etmesi nedeniyle oluşan tartışma ortamı, 2018 ödülünün verildiği Polonyalı psikiyatrist/şair/yazar Olga Tokarczuk'u unutturur gibi oldu.

Aslında, meraklısı, bir süredir bu ilginç yazarı keşfetmişti bile. Dilimize "Koşucular", İngilizce'ye "Flights" ismiyle  çevrilen, orjinal adı  "Bieguni" olan roman 2007'de yayınlanmış. İngilizlerin ünlü Booker ödülü ise 2018'de almış.

Kitabın adının başka dillerde orjinalinden farklı  oluşu, bence bir eksiklik duygusu veriyor. Orjinal kitap adındaki "Bieguni, yabancıların yardımlarıyla yaşayan ve sürekli seyahat eden yogi, derviş ya da Budist rahiplerin geleneğinden giden, yerleşik hayatı reddedip hep hareket hâlinde olan, muhtemelen kurgusal bir Slav tarikatıymış."* 
Oysa Koşucular da Flights da kitabın bölümlerinin isimleri olarak, kitap adı için yetersiz kalıyor.
* Bu not ve yazının tümü, kitap hakkındaki düşüncelerimle tamamen örtüşüyor. 
Yazının tümü için tıklayınız! 

Kitap, ilginç yapısı, farklı anlatısı ve formu nedeniyle alıştığımız anlamda "roman" tanımına pek uymuyor. Kitap kulübümüzde okurken arkadaşlarımın tepkisine bakarak, şahsen deneyimlediğim gibi  bu kitabı ya çok seversiniz, ya hiç sevmezsiniz. 
Arada sırada elinize alıp, zihin açıcı bir iki bölümünü okuyup, üzerinde düşünebileceğiniz bu kitabı, ben sevdim doğrusu.