Pazartesi, Nisan 30, 2012

BİR TEPEDEN DİĞERİNE, BİR ADADAN ÖBÜRÜNE...

Gez dolaş ya kulum emri aldım, sanırsam. Ben de ikiletmeyip yerine getiriyorum.
Son durağımız Büyükada.
Bu defaki amacımız bir dostun isteğini yerine getirmek; "Aya Yorgi'ye çıkalım mı?"
Tabii, ne zaman?
Aya Yorgi'ye çıkmak ne demek derseniz, aslında biraz geç kaldık. Geleneksel gün 23 Nisan'dı. O gün gerçekten kalabalıktan ayak atacak yer yokmuş. Burada yazıyor.


İstanbul Büyükada Aya Yorgi Manastırı

Aya Yorgi'ye çıkarken ve oradayken görülen İstanbul, Adalar, Marmara manzaraları o kadar eşsiz, benzersiz ve sayılmaz kadar çok ki, insanın nefesi kesiliyor.
Yukarıdaki videoda çok güzel ve ayrıntılı görüntüler var. Orada da göreceğiniz bir manzara aşağıda benim çektiğim fotoğrafta da var: Prinkipo Palas


Yukarıda görülen bina  kimi kaynaklara göre Avrupa'nın en büyük, kimine göre dünyanın ikinci büyük tamamı ahşap yapılmış, çok katlı yapısı.
Binanın bilinen isimlerinden birisi de Rum Yetimhanesi. Bilgi ayrıntılı olsun derseniz, buraya tık!


Bir adada bulunmanın en güzel taraflarından birisi, gün batımını kaçırmayacağınız garantisidir. Adanın bir köşesinden mutlaka şahane bir gün batımı seyredersiniz.

Burada güneş Heybeli'ye dokunuyor gibi, yan tarafta Burgaz'ın ağaçlık sırtları görülüyor.
Şehir Hatları vapuru Büyükada'ya yanaşmak üzere. İçindeki yolcuların kimi adaya akşam gezmesine geliyor, kimi işten evlerine dönüyor.

Adalara gidin, keşfedecek o kadar çok hazine var ki!

Pazar, Nisan 29, 2012

UZAK BAKIŞLA...

Biliyorum, erguvan görmekten içiniz bayılıyor.
Sabredin! Az kaldı. Haftaya erguvan renginin yerini yeşil yapraklar alacak, tüm çiçekler havada uçuşacak...


Bu fotoğraf, Rumelihisarı'nın ve hemen yanındaki mezarlığın yamaçlarının karşı kıyıdan görünüşü. Bütün gün baksam, doymam.


Fenerbahçe önlerinde Kalamış'tan çıkmış rüzgarı doldurmuş uçar gibi giden yelkenliler ve arkada hızla adaya doğru yol alan Şehir Hatları vapuru.


Büyükada kıyısında bir erguvan.
Adaların havasından mı, suyundan mı nedir, daha bir coşkulular oarada...


Kandilli'den boğaza bakış.
Yine bir Şehir Hatları vapuru, boğaz boyunca seyirde bu defa.
Yanından geçen akıntıyı arkasına almış bir yolcu motoru.

Cumartesi, Nisan 28, 2012

SANA BUGÜN MUHTEŞEM BİR TEPEDEN BAKTIM, AZİZ İSTANBUL


Kandilli, Adile Sultan Sarayı.
Başınızı  sol tarafa çevirin, Boğaziçi Köprüsüne dek uzanan ışıltı deniz bir yandan, boğaz kıyısınca uzanan baharı coşkuyla karşılayan korular diğer yandan.
 


Kandilli, Adile Sultan Sarayı
Başınızı az sağa çevirin, keşke tam tepedeki gökdelenler olmasa, yalnızca  önündeki teknelerle Bebek koyu görülüyor olsa. Fıstık çamlarını ve erguvanları gördünüz bile, hemen ön taraftalar.



Kandilli, Adile Sultan Sarayı
Şimdi tamamen sağa bakacaksınız. Biraz ileride Fatih Sultan Mehmet köprüsü var, ne yazık ki kadrajın dışında kalmış. Ben fotoğrafları ayıklayana dek, bununla yetineceksiniz.
Evet evet doğru bildiniz,  deniz kıyısındaki küçük yapı Küçüksu Kasrı.



Cuma, Nisan 27, 2012

SARI

Bazen böyle oluyor.
Ben sıradan günlük hayatımı yaşarken, dışarıdaki büyük hayatta başka şeyler oluyor.
Sonra kafamı kaldırıp etrafa bir bakıyorum, sanki başka bir dünyadayım.

Değişiklikler bu kadar mı hızlıymış diyorum, fark etmemişim. Örneğin, üstünden sadece biraz karanlık ve zor bir kış mevsimi geçti, şimdi İstanbul manzarasına bakınca kuleler kuleler görüyorum.
İçim daralıyor!

Yaşanan değişikliğin ayırdına sonradan  varmak, bana hüzün veriyor.
Oysa, değişim bir canlılığın yenilenmenin ifadesi olmalı.
Böylesi zamanlardaki değişim başkalaşım sanki; kabul edilmesi zor bir hal gibi.
Öylece durup, olanlara hayret içinde bakakalmak, içimdeki hızın dışarıdaki hıza akıl erdirememesi mi acaba?


Şu sarı sarmaşık güllerine bakın! Nasıl da tomurcuklanmış, dalları gonca dolu. Gerçek hayat orada bence.
Şimdilerde bana öyle geliyor ki, hayatın tek ustası doğadaki yaşam ve onun ritmi.


Perşembe, Nisan 26, 2012

ADA GEZMESİ SEVENLERE BİRKAÇ SEYİRLİK

 Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın evinden aşağı doğru inen yolda selamlaştık bu erguvanla...

 Mor salkım, mor mor değil, eflatun aslında. Eflatun salkım ama, kokusu mor! Dünyayı tutmuş...

Ada sahillerinde değil, ada yollarında geziyorum.
Bu evi Şulem için çektim, adada böyle bir evi olsun, ziyaret edeyim kendisini, diye.

 Heybeli'deyiz, ünlü Ruhban okulu burası. Yakında açılacakmış, diyorlar.

Tazecik roka ve gerçek semizotu ve de taze sarmısak, limon, domates, sele zeytini...
İşte böyle bir salataydı, lezzetli mi lezzetli.
Erengüller ise taa Portkiz'den gelme sürahide...

Pazar, Nisan 22, 2012

YERALTI



"Ben neden böyleyim acaba? Değerli olanın farkına vardıkça neden bataklığıma daha çok gömülüyorum?"


Zeki Demirkubuz'un "Yeraltı" filminde Muharrem soruyor, yukarıdaki soruyu.
Muharrem film boyunca başka sorular da soruyor, olanı biteni anlatıyor bir taraftan.
Acaba anlattıklarının farkında mı, yaşadıklarının bilincinde mi?
Hayır, değil bence.
Taa ki, sonunda, onu "hep rahatsızsızlık veren bir diş ağrısı gibi" hissettiği durumdan,  acı çekmekten zevk aldığını itiraf edene dek, öylesine bir karanlık içinde yaşıyor her şeyi.
Zaten, filmin kendisi de rahatızlık verici. Tıpkı kahramanı gibi, rahatsız hem de.
Film bittiğinde içimi kaplayan, "öff, şu manasız heriften kurtuldum, girdi yeraltına sonunda!" duygusu, bir kaç saat sonra film üzerinde düşünmekten kendimi alamadığımı farkettiğimde yerini yönetmeni takdire bıraktı.

Yine de yönetmenin, filmin kahramanının tarafını mı tuttuğu kuşkusuna kapılmadım desem yalan olur. Sonra
Zeki Demirkubuz'la yapılan bir röportajdaki cevabını okuyunca, "hah, tamam!" bu kuşku dağıldı.
Sorulan sorulan soru şu:
"Muharrem arkadaşınız olur muydu?

Zeki Demirkubuz cevap veriyor:
"Muharrem bana bu dünyadaki en uzak insanlardan birisi, tanıyan bilir beni. ... Belki bu nedenle, bu kadar uzak olması nedeniyle dikkatimi çekip oradaki trajediyi fark etmemin bir sonucu olarak Muharrem’ler çıkıyor. Ortaya bir mesele koymaya verdiğim önem yüzünden, midemi bulandıracak hatta gıcık olacağım bu adamlara karşı bir sevgi taşımayı da öğrendim. Yıllar yılı Muharrem’leri gözlemledim."

Burada, film hakkında başka yazı ve röportajlar da var.



KATIRTIRNAĞI, ERGUVAN, ÇİTLEMBİK

Bu sabah heyecan ve merakla yola çıktım.
Fenerbahçe Parkının çimeni, papatyası, lalesi, katırtırnağı, çitlembik ve erguvan ağaçları gelin alayı gibiydi; süslü, ışıltılı, hayranlık verici...


Gökyüzünde bulutlar var.
Yağmur yağdırmayan, biraz serinlik veren, yine de güneşi bizden esirgemeyen...


Katırtırnağı demiştim ya, bu mevsim ilk görüşüm onları...


Gördüğüm en çılgın renkli erguvanlardan biriydi, üzerine vuran gün ışığını içmiş gibiydi.
Erguvan bu mudur?
Budur!

Perşembe, Nisan 19, 2012

...olup bitenlerden bunalınca, herşey dayanılmaz hale gelince, gökyüzüne yıldızlara bakıyorum...

Tam olarak böyle miydi Van Gogh'un söyledikleri, şimdi kelimeleri hatırlayamıyorum.
Bildiğim, V. Van Gogh'un yaşadığı sürece acı çektiği ve bu acıları dindirmek için resimden, renklerden yardım aldığı...
Belki şimdilerde yaşasaydı, çektiği acıların nedeni bilinecek, tedavi edilebilecekti. Peki, o zaman yüz seneden fazla zamandır hayranlıkla seyrettiğimiz resimler olabilecek miydi?
Bilinmez!

Kış ortasında bir sergi açıldı, İstanbul'da, 3 numaralı Antrepoda.
Kendinizi Van Gogh'un eserlerinin içinde hissetmenizi sağlayan bir deneyimden söz ediliyordu.
Burada ayrıntı var, tık! 

Gitmeyi çok istediğim halde, nedense bir oluruna getiremedim.
Misafirlerimizi gezdirirken, bahaneyle gördüm sonunda. Çok etkilendim, hoşuma gitti.
5 Mayıs'a kadar sürüyor, İstanbul'daysanız kaçırmayın.

Özel ses ve görüntü sistemi sayesinde, ressamın eserlerini yaşıyor gibi oldum. Bütün o renkler etrafımı sardı, dönemin müziği kulağımdan renklerle birlikte içime işledi.
Bir yandan da Van Gogh'un mektuplarından seçilen sözleri okumak, onun hissettikleri üzerinde düşünmek, farklı bir deneyimdi. O görüntüleri büyütülmüş resimlerdeki ayrıntı, üzerlerindeki emek beni çok etkiledi. 
Bütün o renklerin, şekillerin hiç de iki fırça darbesiyle yapılıverilmediklerini, sanatçının oraya kendini aktardığını hissettim.

 

 Bu videoyu izleyin lütfen, Van Gogh'un resimlerini anlatıyor.

Çarşamba, Nisan 18, 2012

SOKAĞIMIZIN LEYLAĞI


Beyaz leylak az bulunur. Bizim sokakta var bir tane. 
İki gündür canlandı. Bu sabah, puslu tozlu ve yağmura hazırlanan gri havaya inat, pırıl pırıldı dalları, çiçekleri. 


Bu dal, sevgili arkadaşım Leylak Dalı için. Keşke kokusunu da ulaştırabilsem...

Salı, Nisan 17, 2012

MAHALLEMİZİN ERGUVANI

 
Mahallemizin erguvanı açmış. 
Bu sabah yolcu yolunda gerek hızındayken, ancak böyle görüntüleyebildim. 


Burası, caddenin hemen kenarında iki üç eskice apartmanın bakımsız bahçesi. Erguvanlar, gün boyunca egzoza maruz kalıyor. Sanırım o nedenle böyle çabucak açıverdiler. 


Darısı daha yavaş açıp, daha canlı renklerle süzülenlerin başına!



Pazartesi, Nisan 16, 2012

TEMBELMİŞİM, BU ARALAR...

Sabah sabah, telefonaşırı hafifçe fırçaladı kardeşim "tembelsin bu aralar, yazmıyorsun, dalga geçiyorsun".
Ee sen biliyorsun işte,   iki gündür nasıl koşuşturmaca vardı.
"Mazeret değil o, sen ne sıkışık zamanlarda yazardın. Bilmem valla!"

Ardından işe gitmek üzere yola çıktım ama dünkü misafir ağırlama faaliyetimden yorulmuşum; kaslarım tutulmuş. Kafam da kaslarıma uydu o da tutuk, işe nasıl gideceğime karar veremedim: 
Deniz otobüsüne gitmeyeyim bugün, lodos var, sallar şimdi. 
İyi de köprü de kalabalık, dolmuşa binersem saatler sürecek. 
Metrobüse gitsem, inince Taksim'e ulaşmak için bir aktarma daha gerekli.
Öfff! 
En iyisi vapura gideyim, gerçi o durumda da  minibüs caddesinde ağır aksak gidilecek.



Şimdi "mazeret var, yorgunum ben!" yazısına eklenmiş bu fotoğraf/resim de ne diyeceksiniz, diğ mi?

Sevgili arkadaşım S. ekmek yapmış, pazar kahvaltısında çoğu yenmiş. Hepsi bitmeden, fotoğrafını çekip  bana göndermiş. "Hocam, bak nasıl olmuş?" yazmış. Meğer, 2 haftadır ekmek almıyor, evde ekmek yapıyormuş. Dedim ki, "sen şimdi bundan bir de natürmort yaparsın".

İşte böyle, ekmek yapanlar çoğalıyor.
Siz de ekmeğinizi, yoğurdunuzu evde yapın, emeğinize değer.

Cuma, Nisan 13, 2012

Çarşamba, Nisan 11, 2012

BEN DE KORKUYORUM

Dün gece haberleri izledim.
Bu sabah da haberleri izledim.
Nasıl da durduk yerde bir kazan kaynatılıyor ve savaş sebebi yaratılıyor.
Farkında mısınız?
Ben korkuyorum.
Yalnız olduğumu sanıyordum.
Başkaları da varmış, korkan.

Bir Tek Ben mi Korkuyorum Acaba?
Aydın Engin'in yazısı burada!

Salı, Nisan 10, 2012

DELİLİK

Sınırda acayip şeyler oluyor, kaçanlar bir yandan, bir yandan savaş tamtamları çalınıyor...
Bir süredir şehrin rastgele yerlerinde az hasar veren bombalar bazen bulunuyor bazen patlıyor...
Ölmüş gitmiş bir sanatçının ardından "o kadın" diyebilen insanlar, hakaret yazıları yazıyor...
Yediğimiz içtiğimiz gıdaların hangisi zehirli, hangisi genetiği oynanmış diye düşünmekten lokmamız zehir oluyor...

Eminim bu listeyi uzattıkça uzatabilirsiniz.
Benim iyimser yapım bile bu kadar saçmalığı kaldıramıyor artık.

Bütün bunlar delilik değil de ne?

 

Pazartesi, Nisan 09, 2012

MOR SALKIM'IN HİKAYESİ

Pazar sabahı yürüyordum.
Bir bahçe duvarına sarılmış kuru dallar arasında tomurcuklar gördüm.
Nedir bu, fotoğrafını çekeyim de haftaya tekrar bakarım.


Çektim de...
Sonra iki adım attım ve haftaya kalmadan ne olduğunu gördüm. Bunlar mor salkım tomurcuğu imiş!
Duvarın devamında daha çok güneş alan yerinde, tomurcuklar çiçeğe dönmeye başlamış bile.


Artık, haftaya mis kokularını koklamaya giderim.

Cuma, Nisan 06, 2012

TV DİZİLERİ, DİZİ MÜZİKLERİ vs. vs. vs.

TV'de dizi seyretme faaliyetlerimiz hepimizin hayatında önemli saatleri işgal ediyor.
Sonra o diziler hakkında konuşmak, gelecek bölümde ne olacağını tahmin etmek vs. de saatlerimizi alıyor.
 Derken bir bakıyoruz gündelik hay huyun içinde kaybettiğimiz zamanı telafi için başkalarının olası hayatlarını izleyerek başka zamanlar kaybeder olmuşuz.
Acayip bir çelişki!

Dizilerin kimisinin jenerek müziği, kimisinin tema müzikleri, bazısının bir bölümünde kulandığı müzik, şarkı kulağımıza takılı kalıyor.
Bazen sabah bir şarkı dilimde uyanıyorum. Bu da ne böyle, nerden çıktı? Derken hatırlıyorum, iki akşam önce seyrettiğim dizide çalındı bu şarkı.

Bu sabah dilimdeki şarkı ...olmayacak bir hayale kaptırdım kendimi... sözleriyle başladı.
Şarkıyı aklımdan geçirdim, nerede duyduğumu hatırladım, Koyu Kırmızı dizisindeydi.
Kimin söylediğini bulmaya çalıştım, hiç tanımadığım bir isim çıktı, Cem Özkan.

Diziden bazı bölümlerin bulunduğu birkaç klibini yapmışlar, birisinde animasyon çizgi film karışımı bir klip buldum. Kim yapmış, orijinal mı, bir yerden alınmış bir parça mı anlayamadım.

Uzun lafın kısası, işte o şarkı ve klip. Bir bilen varsa esasını anlatsa müteşekkir kalırım, inanın.

Perşembe, Nisan 05, 2012

BİR SİYAH BEYAZ FOTOĞRAF ÖYKÜSÜ DAHA

Geçenlerde fakülte sınıfı mail grubumuza bir posta geldi, ekinde bir siyah beyaz fotoğrafla. Fakültede anfide oturmuşuz, hocamızın derse gelmesini bekliyoruz, 3. sınıftayız galiba.
Sonraki bir kaç gün içinde bir -iki siyah beyaz fotoğraf ve bir kaç renkli fotoğraf daha düştü posta kutularımıza. Fakülte bahçesinde çekilmiş çoğu, bazısı güneşli havada, bazısı yağmurlu bir günde.
Fotoğrafların tarihlerini hatırlamaya çalıştık,1981 sonu ve 1982 yılları olduğu anlaşıldı.
Sevgili arkadaşım S. siyah beyazları kendisinin çektiğini hatırladı, evet evet öyleydi, biz de hatırladık.

 
Muhtemelen,  Hukuk ve İktisat Kütüphanelerinin bulunduğu arka avludayız. 
Yağmur çiseliyor olmalı. 
Şemsiye benim, rengi kırmızıydı. Şöyle bir arkamı dönüp M.'a laf yetiştirdiğim bir an; yanda ve silik çıkmışım. A. objektife, K. benimle çekişen M.'a bakmış.  


 
Derken, iki akşam önce S.'den bir mesaj geldi cep telefonuma; "daha natamam ama bakalım beğenecek misin? Fotoğrafı hatırladın di mi?"
Hangi fotoğraftı?1hatırlat... yazmıştım ki, hatırladım, Aa! Bizim fotoğraf! :-)
S.ciğim cevap yazdı, ":))))) ama renklisi! 80'leri böyle renkli görmek istedim :)"
Şimdi o gözle bakınca daha da güzel, fotoğrafı siyah beyaz, resmi renkli. Harika, sahiden çok güzel. Tarzın farklılaşmış senin, çok hoş...
"Biraz rötüş yapacağım, bitirince gruba yollayacağım."

Aslında resim henüz eksik, S.ciğimin dediği gibi, ama, olsun! Tamam dediğinde tekrar eklerim.
Aynı gözün, yıllar önce çektiği fotoğrafın hatıraların etkisiyle renklenmiş resmini yapması beni çok heyecanlandırdı, size de göstereyim istedim.

Çarşamba, Nisan 04, 2012

SÜMBÜLLERİM GELDİ, HANIIIMM!



EVET, SÜMBÜLLERİM GELDİ. 
HEM DE TAA OKYANUS ÖTESİNDEN, SEATTLE'DAN.
BİLİYORUM BU SADECE BİR FOTOĞRAF AMA, OLSUN, DOSTLUKLA GÖNDERİLDİ. 
VE KOKUSU BURNUMA KADAR GELDİ.
GÖNDEREN SAĞOLSUN!

Salı, Nisan 03, 2012

ANLATACAKLARIM VAR

Dün misafirliğe gittim.
Sevdiğim bir komşu bloga misafir oldum. 
Dilim orada çözüldü, anlattım da anlattım.

Misafirliğimi anlatır ve sözlerimin izini buraya taşırsam, belki bir gün bir kişinin daha işine yarar diye, o hikayeye buradan bir yol bağlıyorum, şimdi.

Şöyle başlıyor:

Aslında anlatacaklarım pek çok kadına tanıdık gelecek bir öykü.
Yaş ilerledikçe kilo almak, hayat sıkıntılarını yemek yiyerek gidermeye çalışmak ve bunu doğal bir gelişim saymak çoğumuz için ne kadar bildik durumlar değil mi?
Oysa bu durum hiç de doğal değil. Hayatın önümüze çıkardıkları nedeniyle kendimizi avutma yolları aramamız doğal evet, doğal olmayan bunu bedenimize ihanet ederek yapmaya çalışmak.

Yukarıdaki satırlara tıklarsanız, anlattıklarım karşınıza çıkacak.
Hikayemin şimdilerde ve daha sonra o yazılar orada durdukça, destek arayanlara faydası olması dileğiyle...



"Lokum"un konuyla ne alakası var demeyin. Var, vaar!
Hem, anlayanlar anlamayanlara anlatabilir.


Pazartesi, Nisan 02, 2012

ALEV ALEV



Oturduğum masanın hemen yanında nerdeyse adam boyundalar. Göz hizasında alevler..
Oğlumu beklerken alev almış gibi duran taze sürgünlerini seyrediyorum. 
Açık kızıl renkli yaprakların arasından çiçek çenekleri çıkmış. Çiçekler pembe çiçek açacak gibi, belki de beyaz...


Geçen hafta kardeşimin penceresinden görülen alev çalısına bakarken, annem, "hasta mı bunlar?" demişti. Bu mevsimde üzeri kızıllaşmış bir bitki, insana hastalık çağrışımı yapıyor, doğal olarak. Oysa onlar alev rengi filizlerini baharda çıkartıyorlar, filizler sonradan yeşil ve daha sert yapraklar haline geliyor.


Kimi yerde alev ağacı, kimi yerde alev çalısı olarak anılıyorlar. Burada daha ayrıntılı bilgi var, isterseniz tık!