Çarşamba, Mart 31, 2010

BUGÜNKÜ DURUMUM İSE...


Aşağı yukarı böyle, sayılır!
Ne şirin di mi?




.

Salı, Mart 30, 2010

LIKE A...


Başım ağrıyor. Hava hızla değişti, basınç farkından olsa gerek diye kendime gerekçe buldum.
Kahve içtim, işe yaramadı. İlaç aldım, işe yaramadı.


İşim var. Elektrik kesildi, iş yarım kaldı. Sanki iyi oldu, gerekçe bakımından, yani.


Mail yazmıştım arkadaşıma (elektronik posta desem garip bir algı kayması oluyor, sanki) cevap verdi mi, bilmiyorum. Elektrik kesik ya!


Kaç gündür oğlum, onun çocukluğunda yolculuklarda arabada sık dinlediğimiz müzikleri doladı diline, söyleyip durmakta. Kimbilir kendi kişisel tarihinin neresine denk gelen bir geçişte?


Akşam toplantı var. Gideceğim. ...de çok mu lazım gitmek?
Ev-vet, sorumlu bir kişi olarak gitmeliyim. Pöff!


Am-maaan! Boşver!




Bu, mesela birisi. Hatırlanan şarkılar, diyordum ya...
.

Pazartesi, Mart 29, 2010

SENENİN İLK ERGUVANI

Bu senenin ilk erguvanını gördüm, şükür!
Henüz tomurcuklu, gencecik bir ağaç.
Bugünkü havaya bakılırsa, baharın yaklaştığını unutacağız nerdeyse ya, o geliyor işte.
Usul usul.
Bakın.


.

Pazar, Mart 28, 2010

ANNEMİN ELMALI CEVİZLİ POĞAÇASI

Çoook eski yıllardan bir arkadaşımla, yakın zamanlarda yeniden bulduk birbirimizi. Yanlış oldu, üç arkadaş bulduk birbirimizi yeniden, demeliyim. İki kişi buluşunca, üçüncü de aklımıza düştü hemencecik ve o da katıldı sohbete.

Önce, son günlerde neler yapıyoruzu anlattık birbirimize çabucak. Sonra, gelinen son durumların şaşırttığı noktalarda "aa, nasıl yani, neden öyle" sorularının cevapları verilirken, aradaki görüşülmeyen, az görülüşülen zamanın ayrıntılarına daldık. Sohbetin sonuna eski güzel yılların anılarını hasretle yadettmek kaldı.


Eskiyi bir kez hatırlamaya başlayınca, önce olaylar akla geliyor. Ardından sesler, renkler, tatlar...
İki gün önce arkadaşımdan bir eposta geldi, diyordu ki;
"Seneler önce annen bize, büroya bazen harika kurabiyeler yapıp gönderiyordu: İçi elmalı ve cevizli poğaça. Bir ara senden tarifini almıştım sonra kaybettim.
Sen hatırlıyorsan tarifini bana da gönderir misin?"

Hatırlamaz mıyım?
Çocukluğumun en sevdiğim tatlarından biriydi. Annem artık son senelerde yapmaz olmuştu. Malzemesinin incelikleri var mıydı ve yapılışı nasıldı, acaba?

Hemen sordum anneme ve arkadaşıma yazdım.
Eh, bu kadar yoğun şekilde o tadı andıktan sonra, tekrar ağızda hissetmemek de olmaz ki!


İşte, buyrun.


ANNEMİN ELMALI CEVİZLİ POĞAÇASI


Malzemesi:

Hamuru:
-1 paket katı yağ (250 gr.) (Bence tareyağ kullanılabilir.)
-1 kahve fincanı sıvı yağ

-1 yemek kaşığı yoğurt
-1 yemek kaşığı toz şeker
-1 çay kaşığı karbonat
-Aldığı kadar un

İçi:
-Büyüklüğüne göre 3-4 elma
-1 bardak toz şeker
-1 tatlı kaşığı tarçın
-1 su bardağı çekilmiş ceviz

-Üstüne serpmek için pudra şekeri.

Yapılışı:

Hamuru kulak memesi kıvamında yoğurup dinlendirirken, içini hazırlayınız.
Elmaları rendeleyip, şekeri ekleyip suyunu salıp çekene dek pişiriniz. Ateşten almadan hemen önce tarçını ekleyiniz, sonra da cevizi katıp karıştırınız.

Hamurdan yumurtadan az büyük parçalar koparıp, yuvarlak şekil verip, içini koyunuz, kenarlarını poğaça gibi kapatınız.
Piştikten sonra, fırından alır almaz pudra şekeri serpip, soğumasını bekleyiniz.

Afiyet olsun!




Not:
Malzemesine annemin tarifinden farklı olarak 1 çay bardağı süt ve 1 yumurta ekledim. Neden mi? Ununu çok koymuşum, kıvamını tutturamadım, sonra yumurta işe yarar toparlar hamuru dedim, olmadı süt kesin adam eder bunu dedim.
Neyse, nihayet hamur tuttu.
Pişince baktım, falso var mı diye. Yok, olmuş olmuş!


.

Cuma, Mart 26, 2010

Perşembe, Mart 25, 2010

PATLICANLI BEĞENDİ

Artık, kış sebzelerinden bıkılan zamanlardayız. Şimdi sera denen cenabet çıktı, turfanda kalmadı denebilir, yine de turfanda sebze yolu gözlüyorum. Sahici turfanda, ama! Enginarın, baklanın, araka bezelyenin, semizotunun tarlada yetişmiş turfandasını. Onların da turfandaymış gibi yapan tipleri var, kanıyorum sanmasınlar!


İşte böyle turfanda yolu gözlerken, buzluğun derininde geçen yaz sonundan közleyip, birara salata filan olur, düşüncesiyle kaldırdığım patlıcanı buldum.
Hımmm, kuşbaşı et de var.
Bundan iyi yemek mi olur, bebeler bayram eder, hem.
İşte size beğendili kebap!




Kuşbaşı etin suyu salınıp çekilirken, bir baş kuru soğanı salata soğanı gibi doğrayıp ekliyorum. Soğanlar gevşedikten sonra, Antakya'dan gelen biber salçasından ve yine buzlukta saklanmış domates püresinden o anki keyfime göre ekleyip, üstüne biraz su ilavesiyle pişiriyorum.
Güzel, bu et beğenilecek! 



Gelelim, ikinci aşamaya:
Önce biraz tereyağında un kavuruyorum, közlenmiş ve ezilmiş patlıcanları ekliyorum ve karıştırmaya devam ediyorum.
Üstüne süt ekleyip, karıştırma işlemini kesintisiz sürdürüyorum. Aksi halde topak topak bir bulamaç elde etmek işten bile değil.
Kıvamını bulup, hava kabarcıklarını patlatarak göbek atmaya başlayınca da, biraz rendelenmiş dil peyniri, ya da parmesan ekliyorum, azıcık da karabiber.
Tamamdır.



Tabağınıza alırken, önce patlıcan, üstüne et mi olsun istersiniz, yoksa yan yana mı?
Hem bakalım doğrusu nedir?
Patlıcanlı beğendi mi, patlıcan beğendi mi?
Yaa!

.

Çarşamba, Mart 24, 2010

GÜNLERİMİZ

Bahar geldi, leylek gördüm diye teneke çalmakta acele etmişim. Dün akşamüstünden beri hava yine suratsız, serin değil soğuk düpedüz.
Bugüne kozkavuran fırtınası diyor, devrisi gün çaylak fırtınası, ondan iki gün sonra yine fırtına. Araya yağmur da alırız mutlaka!


Film festivali kataloğu yanımda duruyor. Şöyle bir kapağını kaldırdım, ilham gelmedi zahir, kapattım yine.
Akşam yemekteydik, festival başlıyor dedi, oğlum.
"Gideceğiz okuldan bir kaç kişi. Bizim arkadaşlardan biri tam otuzdört bilet almış" dedi, "tam otuzdört tane" diye tekrarladı.
"Ne var ki? Ben de alırdım o kadar, hatta daha fazlasını. Hem biliyor musun, bir arkadaşım kaç defa tek başına o kadar filme gitti, sizin tüm grubun o kadar!" buyurdum.


Allahım! Nerdeyse onsekiz olacak bir genç insanla yarışmam şart mı?
Hayat, onların önünde pırıl pırıl ve tüm bilinmezliğiyle, isyan edilecek, sevilecek, hayran olunacak, şaşırılacak tüm çıplaklığıyla uzanıyor.
Biz biliyoruz ya, yaşadık ya, hayret edilecek, merak edilecek, sevinilecek, üzülünecek pek çok şeyi tükettik ya...
Ne var? deyiveriyorum. Olur bunlar, normal.
Normal ne demekse?


Otuzdört bileti, birkaç genç insan paylaşacak şimdi. Ne heyecanla seçmişlerdir, neleri merak etmişlerdir, hangileri coşkularını karşılayacak, hangilerine burun kıvıracaklar acaba?


Peki ya onlar bütün bu heyecanları ne zaman "normal" bulacaklar?


Burada, henüz hayatın heyecanını arayanlar, normal bulmayı erteleyenler için bir kapı var. Tık!



.

Pazartesi, Mart 22, 2010

İLKBAHAR


Cumartesi, tüm gün gökyüzü böyle parlaktı.
Deniz sakindi, rüzgar azıcıktı.
Hava serindi fakat, acıtmaktan vazgeçmişti.
Çimenler bembeyazdı, beyaz papatyalar coşmuş açmıştı.
Ağaçlar tomurcuklarını, tomurcuk niyetlerini göstermeye koyulmuşlardı.
Erguvanım, kış uykusunun son demlerindeydi.
Sonra Pazar geldi; Nevruz günü. Tam adına layık bir Nevruz oldu, bahar bugün başladı işte diyebileceğiniz kadar net.
Bugünün şahane haberi ise, leylekler. Az önce bir leylek sürüsü gördüm, havada dönüyorlardı. 
Geldi.
Huzurlarınızda İlkbahar!



.

Pazar, Mart 21, 2010

"Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu."

Yukarıdaki cümle  gazeteci- yazar Kaan Sezyum'un.
Geçen haftaki yazısından, hayatın anlamını sorgularken yazdıklarından.

Bir genç insan hayatın anlamını neden sorgular?
Çoktur bu sorunun dayanağı, herhalde.

Bu defa, karısını kaybeden bir erkeğin aklından geçenler.

Her ölüm acı, genç ölümler daha da acı.
Hiç tanımadığım bir insan bile olsa, genç birinin ani ölümüne dair haberi almış olsak fena...
Zor!

.

Cuma, Mart 19, 2010

...bi açık çay rica edeyim ben, hayır şeker istemiyorum, varsa limon iyi olur...

bugünlük dileğim budur hayattan.
başka şey istiyorsam namerdim!



.

Perşembe, Mart 18, 2010

MUSİKİ

Komşumla konuşuyorduk.
Müziktir, sözdür, odur budur...
İşte anı olsun!




.

Çarşamba, Mart 17, 2010

BÜYÜKLERE MASALLAR


Henüz blog yazmaya başlamadan, sadece blog okuduğum zamanlardan beri hayatımda Elif, Hüthüt Kuşu, Huysuz Soprano... Her yazdığını okuduğum ender blogerlardandır.
Kimi gün bir dünya halini yazar, kimi gün uzayın derinliklerini, derken cinsellik yazar cesaretle tabu olmasına aldırmadan en doğal haliyle, bir bakmışsınız pişirdiği ekmeği anlatmaktadır ya da iki gün önce ağırladığı misafirini, sonra can oğlunu anlatır tüm içtenliğiyle, müzikler seçer zevkle dinlediğimiz.
"Nasıl da kafama uygun yazdıkları, bu ne geniş ilgi alanı, öğrenme ve bildiklerini anlatma azmi" diyerek hayranlıkla okur dururken, öğrendim ki biz meğer aynı ayın aynı günü doğmuşuz! (Eh, aramızdaki bir kaç seneyi zikretmeye değmez herhalde canım! Nedir ki?) Hımm, dedim işte budur, kan çeker gibi, burç çekiyor anlaşılan.

Bir ay önceydi, Elif'in kitabının yayınlanmak üzere olduğu haberi geldi. Yaşasın! dedim. Neler yazdı kimbilir?
Geçen hafta aldım kitabı.
Açtım ve ilk karşıma çıkanı okumaya başladım: "Yaylar ve Oğlaklar", hemen sonra ardından geleni. Dur, dedim kendime, baştan başla! Baştan başladım, duramadım en sondan iki tane okudum. Verdiği enerjiye, düşünce gücünün zenginliğine hayran olarak bir solukta bitirdim, kitabı. Büyükler için yazılmış 17 masalı.

Son masalın son cümlelerinde diyor ki,

"Bir gün şarkı söylerken içi doldu. Kabuslarla, mucizelerle, aşklarla, tanrılar ve tanrıları yok edenlerin hikayeleriyle. Oturdu, hepsini yazdı. Tek elinin işaret parmağıyla. Öbür eli evinde tek kalan kedisinin sıcak başındaydı. Dudaklarında şarkıları."


Aslında o son masalın tümünü buraya almak isterdim. Ya da, aslında tüm kitabı. Öyle sıcak ve kavrayıcı ki!

En iyisi siz alın, okuyun Elif Savaş Felsen'in "Büyükler İçin 17 Masal"ını. Keyfini sürün.

Burada Elif'le yapılmış bir röportaj var, ilginizi çekecektir.

.

Salı, Mart 16, 2010

ANADOLU'NUN KAYIP ŞARKILARI

İki sene önceki İstanbul Film Festivali'nde hiç duyurulmadan kapalı gişe oynayıp, ek gösterim konulan bir film, bu hafta bir kaç sinemada gösterime girdi.
Nezih Ünen'in "Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" filminden sözediyorum.
Filmdeki şarkıların bazılarından bir albüm de hazırlanmış. Bir kültür hazinesine tanık olmak, onu paylaşmak, yaşamak için, kaçırılmayacak fırsat karşınızda.

Geçende iki arkadaşım, ayrı ayrı, Amerikan filmlerini indirerek, ya da kopya DVD'den izlemekte bir sakınca görmediklerini, ama Türk filmlerine sinemada gitmek kararında olduklarını söylediler.
Bu film, tam da desteği hak eden bir eser, üstelik.



Bu video, filmin fragmanından.
Aşağıdaki ise, filmdeki müziklerin kullanıldığı bir konserden görüntüler. Tadımlık.
Tadın, gidin, yaşayın.




Burada, projenin linki var, ayrıntı isteyene.
.

Pazar, Mart 14, 2010

HOLLYWOOD İŞTE BUNUN İÇİN VAR! SHUTTER ISLAND / ZİNDAN ADASI


Fragmanını gördüğümde, "ayy, çekemeyeceğim! Martin Scorsese de sonunda korku filmi yapmış" hissine kapılmıştım.
İkinci haftadır, yine "Eyvah Eyvah" için bilet bulamayınca, uygun seansı olan tek film olarak "ee, hadi bari girelim" dedik, yine de yönetmen eski toprak, hem Leonardo da var...

İki buçuk saat sürecek gerilim başladı, böylece. Gerilim, drama, gizem...
Film bittiğinde, kasılmış vücutlarımıza rağmen, "işte sinema bu, Hollywood bunun için var" dedik, arkadaşımla birbirimize bakıp.
Sahiden boynumun gevşemesi hayli zaman aldı, sonra. Bu bile filmi seyretmekten duyduğum keyfi azaltmadı.

Çok kabataslak söylemek gerekirse, Shutter Island, bir hapishane adası ve orada bulunan akıl hastahanesinden kaçan bir mahkumu bulmak üzere, adaya gelen Federal dedktif ve yardımcısının başından geçenler, filmin konusunu oluşturuyor. Ne yazık ki, daha fazlasını anlatamayacağım. Ayrıntıya girince filmi seyretmenin heyecanını tüketmiş olurum.

Filmin muhteşem bir castı var: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Max von Sydow, Michelle Williams, Emily Mortimer, Patricia Clarkson başta olmak üzere, her bir rol harika oyuncular tarafından oynanıyor. Sırf onları seyretmesi bile zevkli.
Oyuncuları yönetenin de hakkını yememeli, her filmi insana ayrı bir "vay canına" dedirten yönetmen bir elin parmaklarını geçmez.

Diyeceğim, kendinize bir seyirlik ısmarlayın ve bu filmi kaçırmayın!




Filmin müzikleri arasında Mahler'den piyanolu dörtlü de vardı.
.

Cumartesi, Mart 13, 2010

BİR İŞ GÖRÜŞMESİ

Kafa avcısı dediklerinden bir danışman şirket.
Şirketin yeri, adresine bakarsan merkezi bir semtte. Varılınca görülüyor ki, anılan köyün bu güne kadar adım atmadığım ve muhtemelen bundan sonra da atmayacağım bir bölgesindeyiz. Değişen dinamikler benzeri bir ad seçmişler kendilerine. Dinamiklikleri neye denk geliyor, pek anlaşılır değil.
Gecekondu tipli apartmanlardan biri.
İlk şok, ama hele dur bakalım, önyargılı olmayalım.
Apartman girişi, kapıcı hortumla girişi yıkıyor. En sevgili ayakkabılarım ıslanmasın diye seke seke geçiyorum, içeri giriyorum.
Adreste D.3 denmiş. Bakıyorum 1 var, 2 var, numarasız bir kapı var. Haa üst kat demek ki. İyi de üst katta 4,5,6 var 3 yok, kapıların önünde bırakılmış paspas üzeri ayakkabılar var.
Şokların dalgalar halinde gelmeye başlağı nokta bu!
Demek alt kattaki numarasız kapıymış, hay Allah! Tabela falan da yok ama.
Bas zile bas zile, kapı duvar!
Buna artık şok falan denemez. Ben mi yanlış adrese geldim, adresi mi yanlış verdiler? Bu ne ya?
Yüzünde hafiften sırıtan bir ifadeyle kapıcı "abla şirkete mi geldin?" diyor.
Evet.
"Onlara dışardan gidiliyor."
Yani nasıl?
"Giriş apartmanın arkasında."
Haaa, peki teşekkürler!
Kapıcının suratında yardımcı olmanın gururlu sırıtışı.
Bir Lara Croft, bir de ben! Bizi hiçbir şey yıldıramaz! Arkaya gidiyorum. Oh nihayet, tabela var, buldum! İşte budur.
Kapıdan girdikten sonra; belli ki üstteki numarasız daire ile kapıcı dairesi birleştirilmiş ve dubleks bir ofis yapılmış.
Hoşgeldiniz, sizi bir iki dakika üst kattaki salonumuza alalım, Zümrüt Bey'e geldiğinizi haber verelim.
Pardon?! Zümrüt Hanım yerine Zümrüt Bey dedi galiba.
Üzerine basarak bey diyor, bey diyorlarsa beydir.
Sabırlı ol, sakin dur telkinleri, derin bir iki nefesle üst kata çıkış. Çıkış ve aynı anda uçuş.
Durum belli, bana yeni bir sitcom! Koyver gitsin, madem rol bu peki o zaman eğlenelim.

Salon; karşılıklı iki kanepe; suni deri diyemiyeceğim vinyleks (bunu o kadar zamandır kulanmıyordumki böyle mi yazılıyordu acaba?) ve o nasıl bir renk?! Hadi uzatmayalım kısaca hardal rengi deyip geçelim.
Yerler taş dokusu plastik kaplama ve üzerine desenli bir halı. Rengi biraz dönmüştü, tam anlayamadım ama Milas'dı galiba.
Köşede siyah bir sehpa. Veee, üzerinde içinde şekerler olan kristal bir şekerlik (yakında bayram falan vardı da ben mi atladım?) yanında duran ise, bir kolonya şişesi! Elbette plastik. Ayrıcaaaaa bu şahane dekorasyonun olmazsa olmazı kurutulmuş çicekler, üstelik şahane bir vazoda.
Bitmediiiii daha duvarlar var.
Duvarda bir Kandinsky röprodüksiyonu, sağında İznik çini deseni posteri, solunda Şeyh Edebali'nin Orhan Gazi'ye nasihatleri, hepsi aynı boyda. Karşı duvarda ise dekorasyonu tamamlayan parça olarak, Osmanlıca mı Arapça mı neyse yazılı bir duvar tabağı.

Görüşme; öncelikle kapıdan uzanan bir kafa sesleniyor: ... Hanım?
Evet!
Buyrun.
Zümrüt Bey'in tipini, üstünü başını, yüz ifadesini tarif etmek sayfalar alır, geçelim.
Zümrüt Beyimiz uzun yıllardır yönetim danışmanı. Altmış yaşının bir hayli üzerinde, ama kesinlikle genç gösterdiğini düşünüyor, "67 yaşındayım ama pek göstermem" diyor. İçimden gelen şiddetli gülmeyi geniş bir gülümseme haline getirip zar zor zaptediyorum.

En standartından bir kaç soru. En standartından birkaç cevap.
Geçtik amcayla sohbete. Orta Anadolu'dan bir şehir adı söylüyor, oralıymış da...
Evli misiniz, hiç mi evlenmediniz sorusunun ardından, iki kız kardeşi varmış, evlenmemişler birlikte oturuyorlarmış, kısmet işiymiş bu, hiç belli olmazmış, yüksek eğitimli kadınlar daha mı zor evlilik kararı veriyormuş, bu konuda ben ne düşünüyormuşum, üniversitede okuduğuma göre bilirmişim vizyon basiretin karşılığı mıymış?
Yapma potansiyelim çoook yüksek olan deli hareketlerden ve konuşmalardan hiç birini yapmadan soruları en kısasından cevaplarla geçiştirerek oturuyorum. İnsaniyet namına kibar duruyorum ne de olsa yaşlı başlı bir insan evladı karşımdaki. Meğer amcam beni pek kısa bir zamanda kavradığı için sohbete geçmişiz. Bu söylenmezmiş ama benim hakkımdaki kararı çok çok olumluymuş.
Hadi hayırlısı!

"""""""""""""""""""""

Bir yakınımdan gelen mektuptan.
Devamı gelince, aktaracağım.

.

Perşembe, Mart 11, 2010

GÜLLÜ DONDURMALI GÜLLAÇ

Nedense, adı öyle anılır oldu son senelerde: "Ramazan'ın Gülü Güllaç!"

Ben beni bildim bileli, ramazan olunca bir güllaç rüzgârı eser. Hangi aya denk düşerse düşsün ramazan, güllaç satılır; ama tatlıcılarda, ama evde pişmesi için yaprak halinde.

Tepebaşı'ndaki İstanbul Culinary Institute'de bu öğlen yemek üstüne tatlı yesek mi vicdan sızlamaları içindeyken, listede "güllü dondurmalı güllaç" görünce, "mevsimi değil ya, denesek mi" dedim.
Geçen baharki meşhur gül reçeli faaliyetimi uzaktan bir "acaba" kuşkusuyla izlemiş olan sevgili masa arkadaşım, bu denemeye iyiniyetle "olur" deyiverdi.

İyi ki rıza göstermiş denemeye.
Çok hafif, uçucu lezzette bir dondurma olmuş güllü dondurma. Altındaki güllaç, neredeyse hiç şekersiz hazırlanmış. Güllaç yaprakları yumuşamamış, süt gölü içinde yüzmüyorlar.
Yakında olup erişebileceklere ya da mutfak macerasını sevenlere duyururum.


Size yediğim güllaçı gösteremiyorum, ancak klasik güllaç isterseniz, burada Cafe Fernando'nun tarifini görebilirsiniz.


.

Çarşamba, Mart 10, 2010

"DENİZ OLUNMALI OĞUL!"


İhtiyar bir taş ustası varmış.
Sıcak bir gün deniz kıyısında kaya yontmaktayken, güneş tenini yakıp kavurmuş. Dayanamamış, Tanrıya yalvarmış “keşke güneş olsaydım” demiş. Duymuş sesini Tanrı ve "kabul ediyorum arzunu" demiş. İhtiyar taşçı güneş oluvermiş!
Derken kara bulutlar gelmiş güneşi örtmüş, görünmez olmuş güneş. "Off", demiş taşçı, "bulut olmak varmış!". Tanrı bu isteğine de kulak vermiş taşçının, taşçı bulut oluvermiş.
Taşçı bulut olmanın keyfini sürüyorken, aniden bir rüzgar çıkmış, almış savurmuş bulutu, rüzgarın oyuncağı olmuş bulutcuk. "Vayy" demiş taşçı, "buluttan yaman olanı rüzgârmış, rüzgâr olsaydım!". Tanrı'nın iyi günüymüş anlaşılan, "ol!" demiş.
İhtiyar taşçı, rüzgâr olup esmeye başlamış, fırtına olmuş, kasırga olmuş, önüne çıkanı eğmiş, yere yatırmış, hükmünü sürmüş. Tam da en keyifli esme halindeyken koca bir kayaya rastlamış, esmiş esmiş esmiş, kayayı değil yere yatırmak, yerinden bile oynatamamış. Taşçımız, "kaya olmalı, kaya!" deyince, eh, bu isteği de kabul edilmiş, neyse ki.
Bizim kaya, herşeye karşı sapasağlam dikilip durmuş bir süre. Sonra bir gün arkasında bir acı hissetmiş, "vayy!" demiş.
Vay ki vay, meğer acının sebebi kayayı yontmaya girişen bir ihtiyar taşçıymış.



Eski basım bir Çin Öyküleri kitabım vardı, bu anlattığım sanıyorum oradaydı.
Bu sabah uzak yerlere yolculuğun hayalini kurduğum bir anda rüzgâr yüzümü dağlayınca aklıma geldi.
Hep olamayanı istemek, o anda bulunduğun yer dışındaki yerleri hayal etmek, yakınında olmayanın daha değerli olması...
İstediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz bu duyguları, insanın doğası bu anlaşılan.  

.

Pazartesi, Mart 08, 2010

KOCAKARI!

Takvime bakılırsa, kocakarı soğuklarının başlamasına iki gün var. Ne var ki, bu sene erken gelmiş olabilir berdelacuz.
   
Soğuk tam kocakarı soğuğu... Poyraz öyle esiyor ki, değil kocakarıları kocamamışlarını da uçuracak sanırsın.


Eh! Kadınlar gününe de bu yakışırdı.


Bir de şu yakışır!


Daha çoğu için buraya bakınız.

.

B 12

Başlıkta okuduğunuz B 12 ne bir şifre, ne de başka bir anlamı var.
O, ola ola bir vitamin adı.
Geçen hafta içinde sağlık sigortasının senelik check up şeysini kullandım. Şeysi dedim ya, hakkı filan diyemeyeceğim, parasını tıkır tıkır ödediğimize göre...
Neyse işte, tahlil, ultrasound kontrolleri, doktor muayenesi, şuna da bakalım bari vs. derken, bugün sonuçları aldım. Doktor hanım "B 12 düşük" dedi.
Görmüştüm zaten ben de, tahlil sonuçlarını doktordan önce inceleyen meraklı melahat olarak. Biliyorum ya her şeyi, bunu da görmeli, öğrenmeliyim.


Ne yapılacak?
Üç aylık bir B 12 kürü, sonra bir kan tahlili, artış varsa sorun yok, takviyeye rağmen artmamışsa yeteri kadar emilemiyor mu acaba, mideye mi bakmalı vs. imiş, devamı.
B 12 eksikliği azlığı, konsantrasyon güçlüğü, yorgunluk, halsizlik yaparmış. Ben ise dikkat dağınıklığımı kafamın kırk tilkiyle dolu olmasına, yorgunluğumu deli danalar gibi enerji tüketmeme bağlıyordum.
Bir bakıciiz artık, öyle miymiş, böyle mi?
Durum budur!

.

Cuma, Mart 05, 2010

AĞAÇ


Kaç zamandır, New York Muhtarı'nın karlar altındaki New York manzaralarını seyrediyorum.
Bu ağacı görünce dayanamadım, buraya aldım. Sevgili Muhtarımızın izni olur, diyerek. 
Dahasını görmek için şuraya gidiniz!
.

Perşembe, Mart 04, 2010

SÜMBÜL HANIM'IN SÜMBÜLLERİ

Akşam vakti.
İskele çıkışında çiçekçiler sıralanmış, durmakta.
"Artık bu akşam sümbül alacağım." Karar bu!
JoA'ya söz vermiştim, sümbül göstereceğim sana diye, kaç gündür bir rast gitmedi.
Çiçekçi var, sümbülü yok. Sümbül var benim yolum eve ulaşmıyor dolaşık, taşırsam solacaklar.
Sonunda bu akşam eğrisi doğrusuna denk düştü, işte ben eve gidiyorum, işte iskelede çiçekçiler, peki ya sümbül?
Mimoza var, aldım geçen hafta.
Frezya var, olabilir ama, sümbül de sümbül.
Birinciyi geç, ikinciyi geç, ohh! "Sümbüller kaça?"
Gel, bak kaç demet istiyorsun?
"Sen söyle hele, kaç para demeti?"
Parası kolay, değil mi ki sen bana geldin doğrudan, al bak şunları sana vereyim.
"Çok dedin, yarısı ancak."
Bak iki demet de frezya vereyim, düz yapalım, şimdi bozuk para bulamam.
"İyi ya, ver bakalım!"
Bak sana diyorum, benim adım Sümbül. Sümbül aldın ya, onun gibi sümbül. Sen yine bana gel olur mu? Hadi iyi akşamlar.
"Peki gelirim, iyi akşamlar!"

Hatırladım sonra, bu kış en uzun süre dayanan mis kokulu nergisleri de Sümbül Hanım'dan almıştım.

Buyrunuz:


Buncağızlar frezyalar.


Bunlar ise JoA'nın sümbülleri.
.

BAKINIZ BU OLMADI, İŞTE!

Değerli Arkadaşlarım,

Sizler için hiç bir fedakarlıktan kaçınmayarak yeni bir blog* neşrine başladım.
Fakat, heyhaattt!
Birkaç müdavim dışında ses yok.
Sanırım, şu fifi (bilinen adıyla friendfeed!) blog yollarımızı dolaşık etti.
Gerçi, son günlerde iş-güç derken pek yazamadım ama, olsun. Ben yine dırdırı eksik etmeyeyim!

Neyse efendim, satırlarıma son verir ve müsadelerinizle huzurlarınızdan ayrılırken, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.

Bu pek olmadı, yine beklerim değerli karilerim.



Hazır gelmişken, müziksiz bırakmayayım sizi.

*yeni blog şudur!

.

Çarşamba, Mart 03, 2010

MİNİK TIYTIL, YEMİŞ YAPYAKLAYI KITIY KITIY...



Sabah, oğluma el sallamak için camı açtım. Servis hareket etti, ben de sardunyanın kuru yapraklarını temizleye giriştim.
O da ne!?
Kuruların arasında yarısı yenmiş, dörtte biri kalmış, tül haline gelmiş yapraklar da var.
Nasıl yani?
Bir yandan temizleyip, bir yandan söyleniyorum. "Sardunya kış soğuklarına dayandı, donmadı, bu da nerden çıktı, şimdi!"
Çok geçmedi, yaprakları kıtırdatan fail bulundu, işte şu üstteki yeşil canlının bir benzeriydi kendileri.
Hoop, aşağıya bahçeye lütfen, burdan buyrun!
Benim, üç saksı sardunyamın dışında besin bulunuz kendinize, hadi yallah!