grieg dinliyorum, hava ve ruh durumuma iyi gitti
sabahtan beri iş yapıyorum, şimdi bitiverdi, bir an ne yapacağımı bilemedim
ahmet hamdi tanpınar'ın huzur'unu okuyacağım, ısmarlasam mı, kitapçıya mı sorsam
leyla ve mecnun'un son sahnesi öldürdü beni bu hafta, özellikle çalan şarkı çok güzeldi anlatılana acayip uygundu
sabah eski kocamın en eski arkadaşlarından biri büroya geldi, bir süre bana gözükmemeye çalıştı, nasıl davranacağını bilemedi galiba, oysa sular aktı gitti köprülerin altından çoktaaan
server tanilli ölmüş, fakültede hocamdı, sonra vurdular onu sakatladılar, tekerlekli sandalyeye bağladılar, mücadele içinde bir hayat
blogum beş yaşını bitirdi, daha bugün aklıma geldi, eskiden ay sayardım
önümüzdeki günler gecikmiş bir pastırma yazı bekleniyor, ışıklı günler göreceğiz ne güzel, kasım'da gri gökyüzünden içim kararmıştı
damla sakızlı türk kahvesi içtiniz mi, güzel
.
Çarşamba, Kasım 30, 2011
Pazartesi, Kasım 28, 2011
"DEDEMİN İNSANLARI", "CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ", "ANAYURT OTELİ" VE HAYAT
Yukardaki müzikte izlenecek bir görüntü yok, yazıyı okurken dinlemeniz için orada. Bestecisi Yann Tiersen'i biliyorsunuz. Bilmiyorum demeyin, "Amelie" filminin müzikleri onun, hatırlayın ünlü valsi.
Gelelim, haftasonu olanlara.
Aslında pek bir şey olmadı. Kitap kulübü toplantısı vardı, en sosyal olduğum ortam orasıydı.
Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ni konuştuk. Uzun süredir ara verdikten sonra, böyle kalabalık ve doyurucu bir toplantı ile başlamamız olağanüstü keyifliydi.
Diğer iki sosyal ortam iki film seyri esnasındaydı.
"Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi"ni oğlum hararetle önermişti, ve ben de merak ediyordum.
Yönetmen Onur Ünlü'nü TRT'deki Leyla ve Mecnun'unu geçen seneden beri izliyorum, çok eğleniyorum.
Celal Tan...'nın hikayesi bizde pek denenmeyen kara mizah ve absürt anlatımla naklediliyor. Filmi altını okuyarak izlediğinizde çok seveceksiniz.
"Dedemin İnsanları"nı bekliyorduk nicedir, ilk haftayı kaçırmadık tabiyatıyla ve acelemize kesinlikle değdi, bu film.
Çağan Irmak çok çok güzel hikaye anlatıyor, filmin seyirciyi içine alıverişi kusursuz. Oyuncular çok çok başarılı, özellikle Çetin Tekindor muhteşem.
Öyle "yine ağlayacağız" filan diye önyargıyla gitmeyin, her duyguyu tadacaksınız.
Kaçırmayın!
.
Cuma, Kasım 25, 2011
İSTANBUL'DA GÜN DOĞUYOR
İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek, Fatih Akın
2005
Ben Bir Martı Olsam
BaBa Zula, Brenna Maccrimmon
.
Perşembe, Kasım 24, 2011
Salı, Kasım 22, 2011
SİNEK ISIRIĞI DEĞİL, ODA MÜZİĞİ
Barış Bıçakçı'nın "Sinek Isırıklarının Müellifi" romanını okudum, bitti.
Tereddüt ettim yazarken, roman mı demeli, anlatı mı? Öylesine roman iddiası olmayan bir sadelik ve sükunetle yazılmış ki kitap.
Kitabımız, Cemil'in yazdığı kitabı yayınevine teslimiyle başlıyor. Yayınevi editörünün aylar sonra dosyayı okuyup, metnin nasıl olması gerektiği hakkındaki görüşünü bildirmesiyle bitiyor.
Cemil beklerken biz onun hayatını öğreniyoruz. Arkadaşlarını, karısını, toplu konuttaki yaşantısını, komşularını, aşk hakkındaki düşüncelerini...
Kitabın usul usul anlattıklarının beni nasıl içine alıverdiğini anlamadım bile.
Sonra 146. sayfada 50. bölümün ilk cümlesini okudum:
"Cemil'e hayatın şölen olduğunu hissettiren şeylerin üstünkörü yapılmış listesi:
Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway romanı.
...Kim Novak ve William Holden'in oynadığı Piknik filmi.
...Ezginin Günlüğü.
...İtalo Calvino.
....."
Daha listenin ilk maddesinde kendi listemi yapmaya başlamıştım, bile.
Benim ilk aşık olduğum Virgina Woof romanı Deniz Feneri'dir. Sonradan Mrs. Dallowey'i okumuştum. Şimdi bile en çok hangisini severim kararsızım.
Filmler, müzikler, resimler, ressamlar, şiirler, albümler, yazarlar...
Hayatı şölen haline getirenler, bizi biz yapanlar...
Ben bu kitabı çok sevdim. Sadece şu tek cümle bile olsa onu sevmeme yeter de artar bile!
Şimdi söyleyin bana, sizin için hayatın şölen olduğunu hissettiren şeylerden birkaç tanesini.
Tereddüt ettim yazarken, roman mı demeli, anlatı mı? Öylesine roman iddiası olmayan bir sadelik ve sükunetle yazılmış ki kitap.
Kitabımız, Cemil'in yazdığı kitabı yayınevine teslimiyle başlıyor. Yayınevi editörünün aylar sonra dosyayı okuyup, metnin nasıl olması gerektiği hakkındaki görüşünü bildirmesiyle bitiyor.
Cemil beklerken biz onun hayatını öğreniyoruz. Arkadaşlarını, karısını, toplu konuttaki yaşantısını, komşularını, aşk hakkındaki düşüncelerini...
Kitabın usul usul anlattıklarının beni nasıl içine alıverdiğini anlamadım bile.
Sonra 146. sayfada 50. bölümün ilk cümlesini okudum:
"Cemil'e hayatın şölen olduğunu hissettiren şeylerin üstünkörü yapılmış listesi:
Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway romanı.
...Kim Novak ve William Holden'in oynadığı Piknik filmi.
...Ezginin Günlüğü.
...İtalo Calvino.
....."
Daha listenin ilk maddesinde kendi listemi yapmaya başlamıştım, bile.
Benim ilk aşık olduğum Virgina Woof romanı Deniz Feneri'dir. Sonradan Mrs. Dallowey'i okumuştum. Şimdi bile en çok hangisini severim kararsızım.
Filmler, müzikler, resimler, ressamlar, şiirler, albümler, yazarlar...
Hayatı şölen haline getirenler, bizi biz yapanlar...
Ben bu kitabı çok sevdim. Sadece şu tek cümle bile olsa onu sevmeme yeter de artar bile!
Şimdi söyleyin bana, sizin için hayatın şölen olduğunu hissettiren şeylerden birkaç tanesini.
Pazartesi, Kasım 21, 2011
FENER BAHÇESİ'NDE SONBAHAR
Ziyarete gittim, onu ve o güzelim bahçeyi.
İnsanlar evlerinde olmalı, sabah erken diye mi, hava soğuk diye mi?
Ağacım henüz yapraklarını dökmemiş, nerdeyse yemyeşil.
Bakın orada, arkada, sağ tarafta, alt köşede işte.
Altında oturup, ağacımı seyrettiğim üçyüzyıllık çitlembik her saniye bir yaprak düşürmekte.
Pazar sabahı olmasına bakmadan bahçıvanlar harıl harıl çalışıyor; düşen yaprakları elektrikli süpürge gibi bir aletle topluyorlar.
Girişe yakın ağaçaltı oturma yeri kapalı. Bankların çoğu duvar diplerine toplanmış, üstleri brandayla örtülmüş.
Her zaman oturduğum masanın yan köşesindeki asırlık zeytin ağacının meyveleri olmuş, güzelim siyah zeytinler yerlerde.
Dört tanecik aldım yerden, okşadım onları, cebime yerleştirdim.
Yürüdüm. Ağaçları, kargaları, topal martıyı, kedileri ve oları besleyen güler yüzlü sohbet canlısı kadını seyrettim.
Anlattı bana bir yandan da, kedileri, kuşları, hangi yavrunun ne zaman doğduğunu, hangisinin daha oyuncu olduğunu...
Deniz kenarındaki ağaç altında çay demlemişlerdi.
Bir bardak çay istedim, denize karşı içtim.
Fenerbahçe'ye sonbahar çok güzel gelmişti.
Fener Bahçesi'nde doğanın kışa geçişini izlemek huzur veriyordu.
.
İnsanlar evlerinde olmalı, sabah erken diye mi, hava soğuk diye mi?
Ağacım henüz yapraklarını dökmemiş, nerdeyse yemyeşil.
Bakın orada, arkada, sağ tarafta, alt köşede işte.
Altında oturup, ağacımı seyrettiğim üçyüzyıllık çitlembik her saniye bir yaprak düşürmekte.
Pazar sabahı olmasına bakmadan bahçıvanlar harıl harıl çalışıyor; düşen yaprakları elektrikli süpürge gibi bir aletle topluyorlar.
Girişe yakın ağaçaltı oturma yeri kapalı. Bankların çoğu duvar diplerine toplanmış, üstleri brandayla örtülmüş.
Her zaman oturduğum masanın yan köşesindeki asırlık zeytin ağacının meyveleri olmuş, güzelim siyah zeytinler yerlerde.
Dört tanecik aldım yerden, okşadım onları, cebime yerleştirdim.
Yürüdüm. Ağaçları, kargaları, topal martıyı, kedileri ve oları besleyen güler yüzlü sohbet canlısı kadını seyrettim.
Anlattı bana bir yandan da, kedileri, kuşları, hangi yavrunun ne zaman doğduğunu, hangisinin daha oyuncu olduğunu...
Deniz kenarındaki ağaç altında çay demlemişlerdi.
Bir bardak çay istedim, denize karşı içtim.
Fenerbahçe'ye sonbahar çok güzel gelmişti.
Fener Bahçesi'nde doğanın kışa geçişini izlemek huzur veriyordu.
.
Cuma, Kasım 18, 2011
DELIVERANCE
Film 1972'de çekilmiş, ben 1978 de mi görmüştüm acaba?. O yıllarda yabancı filmler birkaç sene sonra gösterime girerdi.
Neden mi?İthalat güçlükleri, döviz yokluğu, bunu seyreden olur mu vs. türlü çeşitli konu vardı çözülmesi bin aşamalı.
Deliverance'ı da bu nedenle gecikmeli olarak, üniversitede öğrenciyken görmüş olmalıyım. Sanki bir gün okuldan erken çıkmış ve bir kaç arkadaş soluğu Emek sinemasında almışız gibi kalmış aklımda.
Yönetmen John Boorman o yıllarda büyük gişe yapan filmlerin yönetmeni; Zardoz, Excalibur, Hope and Glory'yi çekmiş. Macera, şiddet, dövüş...
Şimdi olsa seyreder miydim bilemiyorum, ama, o yıllarda film yokluğundan her oynayan filmi seyrediyoruz, nerdeyse. Film, hatırladığım kadarıyla, bir kanoyla nehirde yolculuk eden dört beş erkeği ve yolculuk boyunca yaşadıklarını anlatıyordu.
Aşağıdaki sahne filmin en sakin ve neş'eli bölümü belki de...
Yolculardan biri nehire ulaşmak için gittikleri yoldaki bir mola esnasında gitarını tıngırdatmaya başlıyor. Derken benzin istasyonundaki zihinsel engelli çocuk banjo çalarak eşlik etmeye başlıyor ve beklenmedik bir düet...
Sonrası ise, macera!
.
Perşembe, Kasım 17, 2011
AKLA ZİYAN BİR RADYO KONUŞMASI
Bu sabahki taksi arama faaliyetim yağmur nedeniyle iyice zorlu hale geldi.
Caddeye yürüdüm, yoldan geçen bir taksiye el ettim, durdu, bindim.
Şöför radyo dinliyordu.
Konuşan kişi, akşam geç saatte yemek yemenin zararlarından dem vuruyordu.
Eh güzel. Biraz kulak kabarttım.
"Elma sirkesi için, faydasını göreceksiniz" diyor. Bu da iyi, çok insan elma sirkesinin yararına inanıyor.
Konuşan Karadeniz'li olmalı, dili iyice kaçıyor. Üstelik radyo sunucusu değil de bilen kişi/konuk filan olmalı, öyle irticalen konuşuyor.
"Sabah gelirken hatta, Fatih'te bilmem kim amcayı gördüm, ben ona söylemiştim, akıntılı hemoroitim var dedi bana, ben de ona dedim ki akşam az ye yatmadan elma sirkesi iç, tatbik etmiş, iyi geldi dedi bana"
Hoppala bu ne ya? Akıntı nedir, kastedilen kanama ise bu nasıl tedavidir, doktora git denmez mi insana?
Bir de kendi kendine "hocam dedi bana" filan ekliyor araya.
Sonra bir anda elma sirkesinden, başka konuya geçti. "Şimdi bir de büyük idrar, küçük idrar bekletme hastalığı çok yaygınlaştı, çocuklarda çok var, büyükler de yapıyor" buyurdu.
Bu nedir arkadaşlar?
Siz büyük idrar nedir, küçük idrar nedir bilir misiniz?
Bu nasıl bir sorumsuzluk ve kafadan atma halidir?
Dikkatinizi çekerim adam radyoda konuşuyor, mahalle kahvesinde kağıt arkadaşına ilaç tavsiye eden emekli amca ya da komşusuna ilaç tavsiye eden yaşlı teyze değil o!
Öfff! Şimdi İnternette baktım da elma sirkesi vücudu dıştan ve de içten temizliyormuşmuş da, birisi onbeş günde sekiz kilo vermişmiş de...
Cehalet sırf radyo yayında değil ki, her yerde.
.
Caddeye yürüdüm, yoldan geçen bir taksiye el ettim, durdu, bindim.
Şöför radyo dinliyordu.
Konuşan kişi, akşam geç saatte yemek yemenin zararlarından dem vuruyordu.
Eh güzel. Biraz kulak kabarttım.
"Elma sirkesi için, faydasını göreceksiniz" diyor. Bu da iyi, çok insan elma sirkesinin yararına inanıyor.
Konuşan Karadeniz'li olmalı, dili iyice kaçıyor. Üstelik radyo sunucusu değil de bilen kişi/konuk filan olmalı, öyle irticalen konuşuyor.
"Sabah gelirken hatta, Fatih'te bilmem kim amcayı gördüm, ben ona söylemiştim, akıntılı hemoroitim var dedi bana, ben de ona dedim ki akşam az ye yatmadan elma sirkesi iç, tatbik etmiş, iyi geldi dedi bana"
Hoppala bu ne ya? Akıntı nedir, kastedilen kanama ise bu nasıl tedavidir, doktora git denmez mi insana?
Bir de kendi kendine "hocam dedi bana" filan ekliyor araya.
Sonra bir anda elma sirkesinden, başka konuya geçti. "Şimdi bir de büyük idrar, küçük idrar bekletme hastalığı çok yaygınlaştı, çocuklarda çok var, büyükler de yapıyor" buyurdu.
Bu nedir arkadaşlar?
Siz büyük idrar nedir, küçük idrar nedir bilir misiniz?
Bu nasıl bir sorumsuzluk ve kafadan atma halidir?
Dikkatinizi çekerim adam radyoda konuşuyor, mahalle kahvesinde kağıt arkadaşına ilaç tavsiye eden emekli amca ya da komşusuna ilaç tavsiye eden yaşlı teyze değil o!
Öfff! Şimdi İnternette baktım da elma sirkesi vücudu dıştan ve de içten temizliyormuşmuş da, birisi onbeş günde sekiz kilo vermişmiş de...
Cehalet sırf radyo yayında değil ki, her yerde.
.
Çarşamba, Kasım 16, 2011
SANA KEK YAPTIMMM
3 yumurta yerine 4 yumurta olsa ve biraz da ununu artırsam, iki kek yapsam, birisi evde kalsa, diğeri misafirliğe gitse...
Bakalım ne malzememiz varmış? Ceviz az, kuru üzüm yok.
Ne varmış bu kavanozda? Amanın, unutmuştum... Arife günü aldığım kuvertür çikolata buradaymış, yaşasın!
Hımm pekâlâ, çikolatalı az cevizli tarçınlı tereyeğlı kek olur mu? Olur!
Şöyle yapıyoruz:
1 bardaktan az toz şeker ve 4 yumurtayı çırpıyoruz.
Bu arada fırını 180 derecede ısıtmaya başlıyoruz, diğer yandan da 100 g. kadar tereyağını kısık ateşte erimeye bırakıp, içine 40 gr kadar kuvertür çikolata kırıp karıştırıyoruz.
Yumurtalarla şekeri eriyene dek çırptınız mı? Şimdi 1 su bardağı sütü, ardından artık erimiş tereyağ çikolata karışımını katıp, karıştırıyoruz.
Geldik kuru malzemeye...
3 su bardağı un, 1 tatlı kaşığı tarçın, 1 paket kabartma tozu birlikte elenip, mis kokulu sıvılara boca edilecek, azıcık karıştırılacak.
Kek kalıplarınızı -iki tane yapıyoruz, hatırlayın- önceden yağlamıştınız diğ mi?
Üleştirin boza kıvamlı kek öncülünü kalıplara.
En son fırına vermeden üzerlerine yarım cevizlerden beş altı tane sıralayın.
Kırk dakika olmuş mu? Pişti bile!
Buyrunuz.
.
Salı, Kasım 15, 2011
ESKİ BİR FOTOĞRAFTAKİ HİKAYE
Geçenlerde bir hikaye dinledim.
Sevdiğim Paul Auster öykülerindekilere benzeyen bir tesadüfden bahsedilmişti.
Bir yere yazmadığım, birisine hemen anlatmadığım için hikayeyi unuttum.
Bir kaç gün önce, Baron von Plastik 'in "Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır-I" yazısını okurken, bu öyküyü anımsadım. Neden derseniz, daha önce dinlediğim hikaye eski fotoğraflar ve aile albümleriyle ilgiliydi. Ancak öykünün ayrıntılarını bir türlü biraraya getiremedim.
Bir ara, ben bunu bir filmde dizide filan mı seyrettim yoksa, kuşkusuna kapıldım. Yok yok! Birisi anlatmıştı.
Neyse, ben hatırladığımı anlatayım:
Efendim, çok genç olmayan yaşlarında evlenen bir çift varmış. Kadının başka şehirde yaşayan ailesine ziyarete gittiklerinde, aile albümleri ortaya çıkmış ve evli çift eski aile fotoğraflara bakmaya başlamış.
Derken bir an damat şaşkınlıkla haykırmış, "aa! ama bu benim!"
Meğerse, kadının ailesinin bir vapur iskelesinde bir yakınlarını karşılarken çektirdikleri fotoğraf karesinin bir kenarında, o da yer almış.
O sırada aileyi hiç tanımıyor, şimdiki eşini hiç tanımıyor, gelecekte bu fotoğrafa bakacağını bilmiyor.
Neden mi oradaymış?
Adam, o şehirde askerliğini yapıyormuş ve o sırada çarşı iznine çıkmış, hava güzelmiş, geziniyormuş. Muhtemelen iskeden denizi seyrediyordu.
İşte değerli Baron, eski fotoğraflar bize daha neler neler anlatır?
Bazen de bize hayatımızın bundan sonrasında kiminle karşılaşacağımızın ipucunu verir.
Yukarıdaki fotoğraf şuradan.
İnternette aradım ve gördüm ki, Asya, Avrupa, Amerika farketmiyor, biz dünyalılar hep eski aile fotoğraflarımızın peşindeyiz.
Eski fotoğrafların peşine düşüp, geçmişindeki izlere ulaşmak insanın ihtiyaçlarından olmalı.
İlk fotoğraf ise, buradan.
.
Sevdiğim Paul Auster öykülerindekilere benzeyen bir tesadüfden bahsedilmişti.
Bir yere yazmadığım, birisine hemen anlatmadığım için hikayeyi unuttum.
Bir kaç gün önce, Baron von Plastik 'in "Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır-I" yazısını okurken, bu öyküyü anımsadım. Neden derseniz, daha önce dinlediğim hikaye eski fotoğraflar ve aile albümleriyle ilgiliydi. Ancak öykünün ayrıntılarını bir türlü biraraya getiremedim.
Bir ara, ben bunu bir filmde dizide filan mı seyrettim yoksa, kuşkusuna kapıldım. Yok yok! Birisi anlatmıştı.
Neyse, ben hatırladığımı anlatayım:
Efendim, çok genç olmayan yaşlarında evlenen bir çift varmış. Kadının başka şehirde yaşayan ailesine ziyarete gittiklerinde, aile albümleri ortaya çıkmış ve evli çift eski aile fotoğraflara bakmaya başlamış.
Derken bir an damat şaşkınlıkla haykırmış, "aa! ama bu benim!"
Meğerse, kadının ailesinin bir vapur iskelesinde bir yakınlarını karşılarken çektirdikleri fotoğraf karesinin bir kenarında, o da yer almış.
O sırada aileyi hiç tanımıyor, şimdiki eşini hiç tanımıyor, gelecekte bu fotoğrafa bakacağını bilmiyor.
Neden mi oradaymış?
Adam, o şehirde askerliğini yapıyormuş ve o sırada çarşı iznine çıkmış, hava güzelmiş, geziniyormuş. Muhtemelen iskeden denizi seyrediyordu.
İşte değerli Baron, eski fotoğraflar bize daha neler neler anlatır?
Bazen de bize hayatımızın bundan sonrasında kiminle karşılaşacağımızın ipucunu verir.
Yukarıdaki fotoğraf şuradan.
İnternette aradım ve gördüm ki, Asya, Avrupa, Amerika farketmiyor, biz dünyalılar hep eski aile fotoğraflarımızın peşindeyiz.
Eski fotoğrafların peşine düşüp, geçmişindeki izlere ulaşmak insanın ihtiyaçlarından olmalı.
İlk fotoğraf ise, buradan.
.
Pazartesi, Kasım 14, 2011
CAAA-CUPPA CUPPA CUPPA!
Ferhan Şensoy'un tüm zekasını tiyatro yazmak, oynamak ve eğlenceli anı kitapları yazmak için kullandığı 80'li yıllarda "Ferhangi Şeyler"i kaç kez seyretmiştim, unuttum.
Her seferinde kahkahalarla dinlerdim ev sahibesi Orkinos Hanım'ı, tiyatronun ışıkçısını parmağına dolayarak anlattığı hikayelerini, gündelik hayattaki tuhaflıkları hicvetmesini...
Bugün hava üstüme basınca aklıma geldi. Oyunda söylediği şarkılardan birinin sözleriydi:
Bugün evden çıkasım yok,
Telefonu açasım yok,
Rakımız var içesim yok,
Caaa-cuppa cuppa cuppa...
Öyle işte!
Burada Ferhangi Şeyler'den bir bölüm var, dinlemek isteyene...
.
Her seferinde kahkahalarla dinlerdim ev sahibesi Orkinos Hanım'ı, tiyatronun ışıkçısını parmağına dolayarak anlattığı hikayelerini, gündelik hayattaki tuhaflıkları hicvetmesini...
Bugün hava üstüme basınca aklıma geldi. Oyunda söylediği şarkılardan birinin sözleriydi:
Bugün evden çıkasım yok,
Telefonu açasım yok,
Rakımız var içesim yok,
Caaa-cuppa cuppa cuppa...
Öyle işte!
Burada Ferhangi Şeyler'den bir bölüm var, dinlemek isteyene...
.
Cuma, Kasım 11, 2011
Perşembe, Kasım 10, 2011
EMİRGÜNE* BAHÇESİNDE SONBAHAR
*Emirgüne, Emirgan'ın eski adlarından, Mirgün de öyle...
Buraya ilk yerleşim 16. yüzyılda olmuş.
Şimdilerde baharda lale seyrine, ağaçların yaprakları kızarıp dökülmeye yüz tutunca güz seyrine gitmek İstanbul'un vazgeçilmezlerinden.
Kış kapıda.
Ben söylemiyorum, sıklamenler söylüyor.
.
Buraya ilk yerleşim 16. yüzyılda olmuş.
Şimdilerde baharda lale seyrine, ağaçların yaprakları kızarıp dökülmeye yüz tutunca güz seyrine gitmek İstanbul'un vazgeçilmezlerinden.
Kış kapıda.
Ben söylemiyorum, sıklamenler söylüyor.
.
Çarşamba, Kasım 09, 2011
GELDİK YİNE KASIM'IN 9'UNA...
1978 yılının Kasım ayıydı, 8 Kasım.
Üniversitenin birinci sınıfından ikiye geçiyordum, Ekim sınavları gecikmişti o lodoslu gün yine sınavım vardı.
Ertesi gün arifeydi, kurban bayramı arifesi.
Bizim evde bayram olacaktı, babam gelecekti. Henüz tayini çıkmamıştı Samsun'daydı o.
Arife günü evde annem bayram için yemek ve tatlı yapıyor, ben ona yardım ediyordum. Kardeşim okuldaydı.
Kapı çaldı, açtım. Kapıda bir kalabalık var dayım, amcam...
İçeri geçtiler, çok zorlanarak haberi verdiler. Babam biz fanilerin dünyasından göçmüş.
Bu sene kurban bayramı tarihi, 33 yıl sonra döndü dolaştı aynı tarihe geldi. Sadece bir kaç günlük farkla...
Bugün kardeşim ve annemle birlikte babama gittik.
Yine lodos vardı.
.
Üniversitenin birinci sınıfından ikiye geçiyordum, Ekim sınavları gecikmişti o lodoslu gün yine sınavım vardı.
Ertesi gün arifeydi, kurban bayramı arifesi.
Bizim evde bayram olacaktı, babam gelecekti. Henüz tayini çıkmamıştı Samsun'daydı o.
Arife günü evde annem bayram için yemek ve tatlı yapıyor, ben ona yardım ediyordum. Kardeşim okuldaydı.
Kapı çaldı, açtım. Kapıda bir kalabalık var dayım, amcam...
İçeri geçtiler, çok zorlanarak haberi verdiler. Babam biz fanilerin dünyasından göçmüş.
Bu sene kurban bayramı tarihi, 33 yıl sonra döndü dolaştı aynı tarihe geldi. Sadece bir kaç günlük farkla...
Bugün kardeşim ve annemle birlikte babama gittik.
Yine lodos vardı.
.
Pazartesi, Kasım 07, 2011
BENİM ADIM KIRMIZI
Benim Adım Kırmızı 1998'de basılmış, iç kapağa attığım tarihe baktım, ben 2001'de almışım ve 2011'de okuyorum.
Bir bakıma araya çok zaman girmiş, geç kalmışım, bir bakıma tam zamanında okuyorum.
Kitap ilk yayınlandığından hemen önce 1997'de kızım doğmuştu, oğlum küçüktü, hayat üstüme gelmeye başlamıştı. Kitap okuyacak zamanım, okuduğumu anlayacak halim yoktu.
Sonra 2001 gelmiş, "artık şu kitabımı okuyayım" kıvamına gelmişim, niyet edip almışım. Herhalde, o günlerde bir haller oldu yine. Evet evet, şimdi hatırladım, 2001 acıların ölümlerin olduğu bir yıldı, aklım da dağınıktı, ruhum da...
Geçen hafta kitaplığa bakınırken, artık sırası gelmiş olmalı "Benim Adım Kırmızı"yı elime aldım ve o gün bugün lezzetten dilim damağım kamaşarak okuyorum.
Bunca senede okuyan okumuş olmalı ya, okumayan kaldıysa önerim hiç vakit kaybetmesinler.
Ben, önceki seneki "Masumiyet Müzesi" hayal kırıklığımdan sonra, sevdiğim Orhan Pamuk dünyasına yeniden kavuşmaktan çok mutluyum.
Burada bir eleştiri yazısı var, kitabı bilmeyen için ilgi çekici olabilir.
.
Cumartesi, Kasım 05, 2011
BAYRAM ARİFESİ
Dolmuş, Kadıköy çarşısı, İskele, vapur, Eminönü.
Mışır çarşısı, renk, ışıltı, kalabalık.
Kuru Kahveci Mehmet Efendi Mahdumları, taze çekilmiş kahve kokusu.
Sultanhamam, Büyük Yeni Han, Küçük Yeni Han.
Beyazıt Kulesi, İstnbul Üniversitesinin kapısı, Çınaraltı, Sahaflar çarşısı.
Kapalıçarşı.
Şark Kahvesi, sade kahve.
Cevahir Bedesteni, Kalpakçılar, Çukur Muhallebici, vitrinler, halılar, gümüşler, altınlar, pırlantalar, keçeciler.
Havuzlu Restaurant, kırmızı çiniler, hamsili pilav.
Nuruosmaniye kapısı ve camii.
Cağaoloğlu, eski gazete binaları yok artık, ağaçlı, şık, turistler, turistler.
Çemberlitaş, II. Mahmut Türbesi, son Osmanlı burada yatıyor.
Divanyolu, Sultanahmet, tramvay.
Eminönü, vapur, Kadıköy.
Çarşıiçi, Baylan, Hacı Bekir, Cafer Erol, rokoko, çifte kavrulmuş lokum, kaymaklı lokum, badem şekeri.
Bu kadar.
Dostlar,
Bayramda ağzınızın tadı yerinde olsun.
Derdi olan derman bulsun.
.
Mışır çarşısı, renk, ışıltı, kalabalık.
Kuru Kahveci Mehmet Efendi Mahdumları, taze çekilmiş kahve kokusu.
Sultanhamam, Büyük Yeni Han, Küçük Yeni Han.
Beyazıt Kulesi, İstnbul Üniversitesinin kapısı, Çınaraltı, Sahaflar çarşısı.
Kapalıçarşı.
Şark Kahvesi, sade kahve.
Cevahir Bedesteni, Kalpakçılar, Çukur Muhallebici, vitrinler, halılar, gümüşler, altınlar, pırlantalar, keçeciler.
Havuzlu Restaurant, kırmızı çiniler, hamsili pilav.
Nuruosmaniye kapısı ve camii.
Cağaoloğlu, eski gazete binaları yok artık, ağaçlı, şık, turistler, turistler.
Çemberlitaş, II. Mahmut Türbesi, son Osmanlı burada yatıyor.
Divanyolu, Sultanahmet, tramvay.
Eminönü, vapur, Kadıköy.
Çarşıiçi, Baylan, Hacı Bekir, Cafer Erol, rokoko, çifte kavrulmuş lokum, kaymaklı lokum, badem şekeri.
Bu kadar.
Dostlar,
Bayramda ağzınızın tadı yerinde olsun.
Derdi olan derman bulsun.
.
Cuma, Kasım 04, 2011
Perşembe, Kasım 03, 2011
HİÇ MEVSİMİ DEĞİL, ...
...OYSA, ONLAR HERŞEYE İNAT AÇTILAR.
SARDUNYA BU!
FERMAN DİNLEMEZ, GÖNÜL GİBİ...
BİR DE YAĞMUR İNCİ TANELERİNİ BIRAKTI MI ÜZERLERİNE?
.
SARDUNYA BU!
FERMAN DİNLEMEZ, GÖNÜL GİBİ...
BİR DE YAĞMUR İNCİ TANELERİNİ BIRAKTI MI ÜZERLERİNE?
.
Çarşamba, Kasım 02, 2011
CHECK-UP ŞEYSİ!
Chek-up neysi diğ mi? Bilemedim de öyle deyiverdim. Maskaralığı diyeceğim, saçmalığı diyeceğim, diyeceğim de doktorlar belki alınacak, klinikler, sigortacılar itiraz edecek, filan falan...
Geçen haftanın tümünü doktor muayenehanesi, klinik, hastane, laboratuvar dolaşarak geçirdim. Çok şükür hastalık yoktu, ama nerdeyse hasta oluyordum.
Şöyle oldu:
Bir özel sağlık sigortası poliçemiz var çoluk çoluk, sadece yatarak tedavi giderlerini ve senede bir kez de check-up giderlerini karşılıyor.
Check-up denince sanmayın ki, tepeden tırnağa inceleme... Aslında öyle olması gerekiyormuş da bizimki cimri poliçe, anlaşılan!
İlk zamanlar tamamen parasızdı, önce mamografiyi kapsam dışı bıraktılar, sonra katkı payı diye bir para almaya başladılar, ardından batın ultra-sonografisinin parasını vermez oldular, doktor kan tahliline ek bir madde koyarsa ayrı para, yapılan tetkiklerde ek bir şey istenirse ayrı para vs. vs.
Bu işin sigorta yanı. Bir de klinik yanı var.
Onlar da hazır sigortadan para alacağız diye olmadık eklentiler yapmaya, faturayı şişirmeye çalışıyorlar. Tabii dünya onlara güzel. Benim gibi ayakta tedavi teminatı olmayan biri için bu kamyon dolusu para bayılmak anlamına geliyor.
Doktorlar maalesef bu oyunda figüran oluyorlar ve çekilen filmleri incelerken ya da tahlil sonuçlarına bakarken "ah! bir şey görüverip, bir de şunu bunu yaptırsanız da rahat etsek" deyiveriyorlar.
Bu kuşkulu yaklaşıma inanmamak, korkmamak elde mi?
Eh! Benim de payıma bu defa "röntgende sağ tarafta 14 mm.lik bir leke var bir Toraks BT yaptırsanız" düştü. Toraks BT denen, göğüs bölgesinin bilgisayarlı tomografisinin çekilmesi işlemiymiş.
Yaptırdım.
Sonuç: "Orada kaburga ile kan damarları üst üste gelmiş, gölge o imiş" oldu.
Hadi bakalım!
Sonuç ciğerde bir halt olmadığı çıktı diye sevinir misin, yoksa haybeye radyasyon aldım diye üzülür müsün?
Bu arada, kan tahlili sonuçları başka bir iş için gerekince, yapılan tahlillerin gerçek bir check-up sonucu vermesinin imkansız olduğu anlaşıldı. Bu da başka bir rezalet!
Neyse, check-up şeysini kendi kendime tamamlamak için yaptırdığım mamografi ve jinekolojik muayene sonuçlarında sorun yok da rahat bir nefes alabildim.
Sigorta şirketine bir name yazdım bugün, değerli check-up şeysinin nasıl kandırmaca olduğunu anlatmaya çalıştım.
Bir kulaklarından girip öbüründen çıkmasa keşke!
.
Geçen haftanın tümünü doktor muayenehanesi, klinik, hastane, laboratuvar dolaşarak geçirdim. Çok şükür hastalık yoktu, ama nerdeyse hasta oluyordum.
Şöyle oldu:
Bir özel sağlık sigortası poliçemiz var çoluk çoluk, sadece yatarak tedavi giderlerini ve senede bir kez de check-up giderlerini karşılıyor.
Check-up denince sanmayın ki, tepeden tırnağa inceleme... Aslında öyle olması gerekiyormuş da bizimki cimri poliçe, anlaşılan!
İlk zamanlar tamamen parasızdı, önce mamografiyi kapsam dışı bıraktılar, sonra katkı payı diye bir para almaya başladılar, ardından batın ultra-sonografisinin parasını vermez oldular, doktor kan tahliline ek bir madde koyarsa ayrı para, yapılan tetkiklerde ek bir şey istenirse ayrı para vs. vs.
Bu işin sigorta yanı. Bir de klinik yanı var.
Onlar da hazır sigortadan para alacağız diye olmadık eklentiler yapmaya, faturayı şişirmeye çalışıyorlar. Tabii dünya onlara güzel. Benim gibi ayakta tedavi teminatı olmayan biri için bu kamyon dolusu para bayılmak anlamına geliyor.
Doktorlar maalesef bu oyunda figüran oluyorlar ve çekilen filmleri incelerken ya da tahlil sonuçlarına bakarken "ah! bir şey görüverip, bir de şunu bunu yaptırsanız da rahat etsek" deyiveriyorlar.
Bu kuşkulu yaklaşıma inanmamak, korkmamak elde mi?
Eh! Benim de payıma bu defa "röntgende sağ tarafta 14 mm.lik bir leke var bir Toraks BT yaptırsanız" düştü. Toraks BT denen, göğüs bölgesinin bilgisayarlı tomografisinin çekilmesi işlemiymiş.
Yaptırdım.
Sonuç: "Orada kaburga ile kan damarları üst üste gelmiş, gölge o imiş" oldu.
Hadi bakalım!
Sonuç ciğerde bir halt olmadığı çıktı diye sevinir misin, yoksa haybeye radyasyon aldım diye üzülür müsün?
Bu arada, kan tahlili sonuçları başka bir iş için gerekince, yapılan tahlillerin gerçek bir check-up sonucu vermesinin imkansız olduğu anlaşıldı. Bu da başka bir rezalet!
Neyse, check-up şeysini kendi kendime tamamlamak için yaptırdığım mamografi ve jinekolojik muayene sonuçlarında sorun yok da rahat bir nefes alabildim.
Sigorta şirketine bir name yazdım bugün, değerli check-up şeysinin nasıl kandırmaca olduğunu anlatmaya çalıştım.
Bir kulaklarından girip öbüründen çıkmasa keşke!
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)