Çarşamba, Temmuz 31, 2024

Güle Güle Temmuz, Merhaba İstanbul

Dün akşam kitap okurken aklıma geldi, içimdeki sesle pazarlık yaptım ve karar verdim; neden yapmıyorum, yarın sabah kalk ve git!
İki gün önce uzun aradan sonra ilk kez sahile inince, dün sabah işleri kendi akışında halledince zihnim açılmış olmalı. İlk satırda söz ettiğim geceki pazarlığın konusu "neden Kadıköy'e gitmiyorum, illa ki bir sebep mi lazım" idi. 
Sabah uyanıp Genco Erkal'ın haberini alınca içim burkuldu, "gitmesem" dedim, keyfimin peşine düşmek zûl geldi. Biraz düşündüm, vazgeçmemeye karar verdim, madem "sincap gibi yaşamak"tı esas olan...


Kadıköy'e metroyla gittim, metrodan çıktığım kapının karşısında Beşiktaş iskelesi ve iskelede "Beşiktaş" isimli Beşiktaş vapuru vardı.
Bu bir işaret olmalı, haydi atla vapura, git Beşiktaş'a, denizin üstünde nefeslen diyen içimi ikiletmedim ve hoop geminin arka güvertesinden iskeleye bakarken buldum kendimi.
Bir de bugün öyle bir İstanbul havası var ki bulutlar köpük köpük, hava açık, gökyüzü parlak, en sevdiğim.
Ve İstanbul şenliği başladı.



Henüz Kadıköy mendireğini geçiyoruz ve işte tarihi yarımada göründü bile.
Bin defa seyretsem bıkmayacağım, her defasında başka bir ayrıntıya takılacağım, derinliğiyle çeken alan güzellik.
Oturduğum sıranın dibinde bir fotoğraf meraklısı dikildi, tam önüme geçti ve İstanbul'u fotoğraflıyor. Bir iki üç... Aman ya, sen  devam et, ben aşağıya iner şehrime oradan bakarım.



Aşağıya inmeye üşünmemek işe yaradı, işte armağanı, 
Üst güvertede iken ters tarafta kalan Kızkulesi'ni yanından geçerken keyifle izleyebilmek.



Beşiktaş iskelesine yanaşacağız,
Vapurumuz yukarıda gördüğünüz tarihi Üsküdar iskelesini kerteriz alıp geniş bir yay çiziyor, Barbaros Hayrettin İskelesine doğru dönüyor, yanaşıyoruz.

Şimdi, önümde iki seçenek var, ya aynı vapura binip döneceğim ya da motor iskelesine yürüyeceğim bir sonraki motoru bekleyeceğim.
Neden üçüncü seçeneği atladın diyor içsesim, Karaköy'e gidebilirsin, vapura oradan binebilirsin.
Hiç ikiletmiyorum kendilerini; caddeye çıkıyorum, önce otobüsle Kabataş'a gidiyorum, oradan tramvaya biniyorum ve Karaköy'deyim.

Caddeler kalabalık değil, yaz günü işi olanın işinde olduğu, gezmeye gelenin de fazla kalabalık etmediği saatlerdeyiz. 
Hani aklıma uysam, Eminönü, Sultanahmet devam etmek de var da öğleden sonra saatli işim var, bugünlük dönüşe geçmek lazım. 



Karaköy'deki vapura son dakikada koşarak yetişiyorum -en sevdiğim İstanbul eğlencelerinden- bu defa üst güvertede değil alttaki yan açıkta oturuyorum. Oldu işte, denize daha yakınım.
Vapur önce Eminönü iskelesine yanaşıyor, yanıma martılara ve balıklara simit atma eğlencesindeki küçük çocuklu bir aile oturuyor. 
Ben İstanbul'a bakıyorum, Galata'ya, vapurlara, motorlara, Haliç köprüsüne, uzaktan gözüken Boğaz köprüsüne. 
Haydarpaşa'ya selam veriyoruz, iskeleye yanaşıyoruz. bizim vapurdaki genç kız çımacı ile iskeledeki delikanlı çımacının işlerini ciddiyetle yapışlarını seyrediyorum. Eminim, yüzümde gülümseme var. 



Asıl programı es geçmek olmaz, kısa bir Kadıköy çarşısı turu yapıyorum, kitapçı kedilerine selam veriyorum.
Öğlen sıcağı bastı ve karnım acıktı. İnegöl köftecisine de hanidir gitmemiştim, tam zamanıdır. 



Evet, bilenler bildi, bilmeyenlere ben söyleyeyim Baylan'a uğramadan Kadıköy çarşısından ayrılamadım. 
Bu sıcakta Kup Griyeden başkasını sipariş etmek anlamsız olur, yanında kahveye gerek yok sadece soğuk su yeterli.

Merhaba Kadıköy, Merhaba İstanbul.


Çarşamba, Temmuz 17, 2024

Gecenin sesi; çıt çıt çıt çıt....

Dün gecenin bir vakti elektrik kesilmiş, klima nem almada çalışıyordu, sesi kesilince anladım. Şimdi papazı bulduk, uzun sürerse diyordum ki çok sürmedi geldi. 

Haydi, kalktım klimayı çalıştırdım. O sırada kulağıma mekanik bir çıt çıt çıt sesi gelmeye başladı. Hoppalaaa! Ne oluyor?
Meğer, mutfaktaki ocağın elektrikli çakmağı kesinti sonrası ne olduysa kendiliğinden çakmaya başlamış. 

Bir kez daha başıma gelmişti, o vakit internette bulduğum talimatları uygulamış, ocak başlarını temizlemiş ve sesi kesmiştim. Şimdi gece gece uyur uyanık ne temizleyeceğim? Sabah ola hayrola dedim de kapalı kapıya rağmen, sabaha kadar o ses kulağımda çıtladı durdu. 

Sabah sırtımdan terler sızarak, ovuştura ilaçlaya bir fasıl temizlik yaptım, ancak işe yaramadı, çıt çıt devam etti. 
Başka bir öneri buldum, fişi çekin bir süre sonra takarsınız diyordu. Ancak bizim fiş ocakla birbirine bağlı yani olmaz olasıca ankastre fırının arkasında. Ben kim, fırını çekmek kim?
İçimden ankastre ürünü icat edenlere, alıp kullananlara  verdim veriştirdim. Biraz rahatladım, ancak sonuç yok, çıt çıt çıt devam ediyor.

Madem fişi bulup çekemedim, sigortayı kapatayım dedim. İyi güzel de ocak ve fırının bağlı olduğu sigortaya buzdolabı da bağlıymış. Bu sıcakta bir kaç saat dolabı kapatmak hiç akıl kârı değil.

Amannn dedim içimden çıt çıt çıt sonunda susar bu, sen işine bak kızım.
İki saat sonunda işler bitti, ses bitmedi. Oturdum bir araştırma daha yaptım, bu defa bulduğum fikir ocak üstünde temizlik yaparken ıslanan yerleri saç kurutma makinesiyle kurutun diyordu. Gerçi, ocağı sildikten sonra temiz bezle ve kağıtla iyice ovuşturmuştum, ıslak değildir. Peki madem, bir de onu deneyelim.

Yine sigortayı kapattım, saç kurutma makinesini yan odadaki prize taktığım uzatmaya bağladım filan falan ve havanın sıcağı yetmezmiş gibi, ocak üstünü saç kurutma makinesiyle ısıttım.
Beş dakika sonra sigortayı açtığımda bir süre üstüne havlu atılmış gibi boğuk bir ses çıkmaya devam etti.

Yok dedim, bu olmayacak, ben bir servis bakayım en iyisi. Yakında bir servis buldum, telefonu kaydettim, arayacaktım ki, sesin çıtlamadığını fark ettim. 
Aman deyim nazar etmeyin! 
Gelmiş geçmiş olsun çıt çıt çıt faslı...


Konuyla hiç ilgisi yok da, önceki akşam günbatımı öncesi balkonda otururken çekmiştim; yarım ayın biraz sağ üstünde o sırada geçen bir uçak var, üst üste denk getirdim sanıyordum, bu kadar olmuş.

Çarşamba, Temmuz 03, 2024

TANIDIKÇA DAHA ÇOK SEVİLEN ŞEHİR, PRAG

Dönüyoruz, oysa yapacak ne çok şey kaldı geride.
.......
Bakalım, belki yine geliriz.
Ben Prag'ı çok sevdim; keyfim yerinde, huzurlu bir keşif olduğu için, belki de.
.......

Prag görülmeli. Bazısı biraz tiyatro dekoru hissi aldığını söylüyor, bence değil. Tüm tarihi yaşanmışlığı bu kadar iç içe ve katmanlar halinde barındıran ve "şehir" olmayı başarmış bir kent az bulunur."

yazmışım Mayıs 2007'de, Eylül 2005'teki Prag gezisini anlatırken. 
Ardından köprülerin altından sular akmış, ben o geziye giderken küçük okul çocuğu olan yavrular koca insanlar olmuş, üniversite bitmiş, çalışma hayatı başlamış, evlilikle yeni bir hayat dönemeci alınmış ve o genç insanlar Prag'da iş bulmuş, çalışmaya başlamış. 

Geçen senenin baharında, yeni şehirlerine alışma çabasındaki genç çifti kızımla birlikte ziyarete gittiğimizde, mevsim bahardan çok kışa yakındı. Hep birlikte olmanın keyfini çıkararak şehri gezmeye başladık. Bir süre sonra onca sene önce gördüğüm, çoğunu unuttuğumu sandığım yerler yavaş yavaş hafızamda netlik kazanmaya başladı.

Bu defa araya giren zaman nedeniyle evlat hasreti ağır basınca, bir bilet ayarlayıp yola revan olmak şart oldu. Böylece Haziran'ın son üç gününü oğlum ve gelinciğimle birlikte geçirdik.  



Yolculuğun ilk günü daha bizim buradayken "Avrupa hava sahası üzerindeki ağır trafiğin neden olduğu operasyonel nedenlerle" olduğu söylenen iki saatlik rötarla başladı. İnişe yaklaşmışken kocaman buzdağlarına benzeyen bulutların etrafında tur atmaya başladık ve yarım saat gecikmeyle inince anladık, meğer o sırada Prag'da şiddetli bir fırtına ve yağmur seansı varmış.

Çocuklara kavuşmanın sevinci, havadaki endişeli zamanı çabucak unutturdu neyse ki. Biraz dinlendikten sonra mahalledeki Vietnam lokantasına yemek yemeğe gittik. 
Çek Cumhuriyetinde Avrupa'daki en kalabalık Vietnamlı grup yaşamaktaymış. Bu nüfus, komünist dönemde Kuzey Vietnam'dan Çekoslavakya'ya gelen Vietnamlılar ve sonraki nesillerden oluşuyormuş. Mesela bakkalların ya da mini marketlerin çoğunu onlar işletiyorlarmış.

Yukarıdaki yemek, Uzakdoğu mutfağına aşina olanların bileceği ramen tarzı, sebzeli, etli ve pirinç noodlelı bir tabak.



Yemekten sonra hava henüz aydınlıkken mahallede yürüyüş yapalım dedik. Yakınlarda açılmış yeni köprüden geçtik, biraz nehir manzarası izledik, biraz kocaman bir alandaki tarihi yapıda yer alan kapalı halk pazarının etrafında dolandık. 

Caddelerdeki binalar genellikle, yukarıdaki fotoğrafta görülen art nouveau tarzındalar. Eskiler ve modern görünüşlüler bir arada birbirine ters düşmeden sıralanıyor. Modern Sanat Müzesinin kafesine kadar yürüdük ve soluklanmak amacıyla meyvalı bira içtik, benimki elmalıydı. Adını duyunca, ilk anda tuhaf bir tat mı olur duygusunu verse de yanıldığımı ilk yudumda anladım, içtiklerimiz gayet lezzetliydi.



Yukarıdaki fotoğrafta, aynı zamanda bir kaplıca şehri olan Karlovy Vary'deki tarihi büyük hamamların ana yapısındaki galeriyi görmektesiniz.

Cuma günü için çocuklar  çok seveceğimi tahmin ettikleri bir faaliyet için işlerinden bir günlük  izin almışlar.  Sabah, karga kahvaltısını etmeden kalktık ve çok yakındaki Florenc'te bulunan otogara onbeş dakikada yürüdük. 
Hedefimiz ilk kez Prag'a gittiğimde de günübirlik ziyaret ettiğimiz ve "buradaki film festivaline katılmak, film izlemek ne hoş olur" diye düşündüğüm Karlovy Vary. 

Yolculuğumuz 2 saat 15 dakika sürdü, öyle erkenden şehre ulaştık ki henüz kırmızı halı hazırlıkları tam hızıyla sürüyordu.  Fakat o da ne? Gitmek istediğimiz hedef film Levan Akın'nın son filmi Crossing / Geçiş'e bilet kalmamış! 
Dediler ki, filmden bir saat önce gelin, davetli olup gelmeyenlerin ya da biletini satanların biletleri olur, alırsınız.

Öğleden sonraki filme kadar olan zamanda önce şehirde turladık,  kahve içtik ve festivaldeki bölümlerden birinde olan Senegal filmi Mandabi'yi izledik. 
Mandabi'yi seçmiş olduğumuz için hepimiz çok memnun kaldık. Filmi, 1968 tarihli olmasına rağmen, bir yandan her zaman son derece geçerli bir konuyu anlattığı için diğer yandan da Afrika sinemasının ilk önemli örneklerinden birisi olduğundan ötürü ilgiyle izledik, sonrasında üzerinde bol bol konuştuk. 

Öğleden sonra tam da kırmızı halı geçişleri başlamışken yeniden gittiğimiz gişede Crossing'e bilet bulunca keyfimiz iyice yerine geldi. Geçiş'de anlatılanın çoğunun İstanbul'da geçtiğini ve filmin yeğenini arayan teyze konulu ana temasının yanı sıra,  yabancı ülkede yaşamak, tutunmak bağlamında da etkileyici olduğunu söylemeliyim. 



Festivalin simgesinin festival binası girişindeki heykeli

Biz sinemadan çıktığımızda dışarıda kırmızı halı geçişleri tüm hızıyla sürüyordu. Çek ve dünya sinemasından pek çok ünlü sanatçı sırayla anons ediliyordu. 
Festival merkezini karşıdan ve biraz da yukarıdan -bir çeşit beleştepe!- bir yere konuşlanıp biraz seyrettik, ancak sıcak havada güneş altında daha fazla kalmamak için ağaç altı bir yer bulup birer soğuk dondurma yemeği tercih ettik. 

Dönüş otobüsüne dek vaktimiz var, acaba bir film daha mı izlesek yoksa çocukların daha önce denedikleri Gürcü lokantasına mı gitsek oylaması sonucunda karar oybirliğiyle Gürcü filmi sonrasına Gürcü lokantası yakışır olunca, gidip haçapuri ve hinkal yedik, film seyretmiş gözlerimizin bayramının yanında midemize de bayram ettirdik. 



Karlovy Vary'deki Beş Numaralı Kaplıca / Banyo Binası ve önündeki park

Karlovy Vary'den Prag'a dönüş otobüsünde zaman sabahtan daha çabuk geçti sanki. Hava bize göre çok daha geç karardığı için, otobüs penceresinden bakıp uzun süre akşamüstü güneşindeki kırları, ormanları, köyleri seyrettim. 

Ertesi sabah kahvaltımızı yaptıktan ve yeni gün için enerji topladıktan sonra, tramvaya bindik ve Mala Strana / Küçük Mahalle'ye doğru yola çıktık. 
Hedefimiz, haritaya bakarken gördüğüm "burada gül bahçeleri varmış" diyerek merakımı belirttiğim yere Petrin tepesine ulaşmaktı. 
Meğer, benim nokta koyduğum bölgenin hemen yanında çocukların görmek isteyip henüz fırsat bulamadıkları Strahov Manastırı varmış. Böylece bir taşla çok kuş peşinde düşmüş olduk.




Strahovsky Klaster / Strahov Manastırı'nın geçmişi 1100 yıllarına dayanan ünlü kütüphanesinin tavan işlemelerinin görünüşü,

Pek çok manastırda olduğu gibi, burada da manastıra destek için üretim yapılıyor ve burada üretilen, satılan  biraların içilebildiği, yemek de yenebilen bir bira bahçesi var.
Manastır binası, bahçesi ve kütüphanedeki geziden sonra, Pivovar Strahov'da gölge bir masa bulunca oturup biraları tatmak ve bir şeyler yemek şart oldu.



Gül bahçesinin hemen yanındaki Stefanik Gözlemevi, 

Bira bahçesinden sonra, yüksek duvarlı bahçelerin yanından geçerek, böğürtlenleri ve çeşitli çiçekleri seyrederek Petrin tepesine ulaştık. 
Gül bahçesi -mevsimin kısmen geçmiş olması ve havanın sıcaklığından belki de- gözüme biraz zayıf göründü. 
Petrin tepesinin cazibe alanlarından birisi de Paris'teki Eiffel kulesinin bir çeşit replikası olan Eiffelovka. 63,5 metre yüksekliğindeki kulenin tepesine 299 basamakla çıkılıyor. Hava öyle sıcaktı ki, bizim çıkış parası ödememiz bir yana, her birimize kaç para verseler çıkardık konulu bir eğlenceden sonra, en akla yakın hareketin yakındaki Lanova finikülerine atlayıp aşağıya nehir kıyısına inmek olduğuna karar verdik.



Bizim bildiğimiz adıyla Aslan Asker Şvayk'ın bir duvar resmi,

Çek yazar Jaroslav Hasek'in yergi edebiyatının ünlü karakteri Şvayk'ı çocukluğumda okumuştum. Bundan 19 sene önce Prag'a ve Karlovy Vary'ye ilk gidişlerimde kamusal alanlarda daha çok Şvayk heykeli, hediyelik eşya dükkanlarında oyuncağı vb. gördüğümü hatırlıyorum. Anlaşılan yıllar içinde Çeklerin Şvayk'a olan ilgisi kaybolmuş.
Nehir kenarına inerken önce bol su içtik ve nefis dondurmalar yedik, nefeslendik.



Karlov Most / Karel Köprüsü / Charles Bridge tarihi 1300'lü yıllara dayanan süslü gotik köprüden bir ayrıntı

Prag'a gidenlerin mutlaka gördüğü tarihi yapılardan kale, kule, köprü üçlemesinden kaleyi bu defa uzaktan görmekle yetindim. 
Nehir kıyısındaki Kampa adasının bulunduğu parkta bir süre oturup dinlendikten ve Kampa müzesi bahçesindeki konser provalarına kulak verdikten  sonra, Karel köprüsünden yürüdük ve Stare Mesto / Eski Şehir tarafına geçtik.
Astronomik saat kulesinin ve Aziz Niclaus Kilisesinin de bulunduğu Eski Belediye  Meydanına ulaştık.


Günün dinlenme ve keyif anları, Meksika lokantasında akşam yemeği,

Akşam yemeğini çocukların Temmuz ve Ağustos aylarındaki doğum günlerinin ön kutlaması olarak Eski Şehir'in labirent benzeri sokaklarında döne dolaşa ulaştığımız bir Meksik lokantasında yedik.
Sonrasında artık eve ulaşıp dinlenmek üzere büyük tiyatro binasının yanından geçerek tramvaya bineceğimiz durağa ulaştık.



Mevsimin güzellerinden, Prag hayvanat bahçesi girişindeki ortancalar,

Pazar sabahına mahalledeki organik ürünlerle şık menüler yapan bir kafede kahvaltı yaparak başladık.
Sonra eve döndük, yanımıza sıcağa karşı tedbirlerimizi şapka, su dolu matara vb. alarak tekrar yola çıktık, bu defa hedefimiz Prag Hayvanat Bahçesi.
Tam da gelmeden önce gördüğüm bir haberde, Prag'da bir hayvanat bahçesi olduğunu ve nesli tükenmek tehlikesi olan hayvanları korumak için güzel işler yaptıklarını okumuştum. Meğer, bizimkilerin bu bilgiden haberleri yokmuş. 

Gerçekten gördüğüm hayvanat bahçeleri içinde unutamayacağım bir tanesi oldu, burası. Hayvanlar için en geniş alanları olan ve orada yaşayan hayvanlar için üretilen meyve sebze bahçeleriyle birlikte kocaman bir alana yayılan, düşünülerek  tasarlanmış güzel ve kocaman alanda günün dört saatini hiç durmadan yürüyerek geçirdik.

Akşamüstüne doğru pilimiz bittiğinde ve çok acıkmış olarak gittiğimiz Çek yemekleri yapan Lisku'da karnımızı doyururken, içimden tamam artık bu kadar gezmek dediğimi hatırlıyorum. Dolayısıyla hemen yakındaki Botanik Bahçesi gezmesini de bir sonraki sefere kısmetse diyerek bıraktık. 



Hayvanat bahçesindeki heykellerden birisi, doğa tanrısı Radegest'e aitti, ne kadar sert bakıyor değil mi?


Evet, bir yolculuğun daha sonuna ulaştık ve Prag şehrine, Křižíkova mahallesine veda zamanı geldi.
Dilerim sağlıkla geçen vakitlerde ve güzel günlerde tekrar gitmek, orada yaşayan canlarımla hasret gidermek imkanı yeniden olur.

Not:
Yine biraz uzun oldu bu yazı, sıkılırsanız fotoğraflara bakın geçin en iyisi.