Dün akşam kitap okurken aklıma geldi, içimdeki sesle pazarlık yaptım ve karar verdim; neden yapmıyorum, yarın sabah kalk ve git!
İki gün önce uzun aradan sonra ilk kez sahile inince, dün sabah işleri kendi akışında halledince zihnim açılmış olmalı. İlk satırda söz ettiğim geceki pazarlığın konusu "neden Kadıköy'e gitmiyorum, illa ki bir sebep mi lazım" idi.
Sabah uyanıp Genco Erkal'ın haberini alınca içim burkuldu, "gitmesem" dedim, keyfimin peşine düşmek zûl geldi. Biraz düşündüm, vazgeçmemeye karar verdim, madem "sincap gibi yaşamak"tı esas olan...
Kadıköy'e metroyla gittim, metrodan çıktığım kapının karşısında Beşiktaş iskelesi ve iskelede "Beşiktaş" isimli Beşiktaş vapuru vardı.
Bu bir işaret olmalı, haydi atla vapura, git Beşiktaş'a, denizin üstünde nefeslen diyen içimi ikiletmedim ve hoop geminin arka güvertesinden iskeleye bakarken buldum kendimi.
Bir de bugün öyle bir İstanbul havası var ki bulutlar köpük köpük, hava açık, gökyüzü parlak, en sevdiğim.
Ve İstanbul şenliği başladı.
Henüz Kadıköy mendireğini geçiyoruz ve işte tarihi yarımada göründü bile.
Bin defa seyretsem bıkmayacağım, her defasında başka bir ayrıntıya takılacağım, derinliğiyle çeken alan güzellik.
Oturduğum sıranın dibinde bir fotoğraf meraklısı dikildi, tam önüme geçti ve İstanbul'u fotoğraflıyor. Bir iki üç... Aman ya, sen devam et, ben aşağıya iner şehrime oradan bakarım.
Aşağıya inmeye üşünmemek işe yaradı, işte armağanı,
Üst güvertede iken ters tarafta kalan Kızkulesi'ni yanından geçerken keyifle izleyebilmek.
Vapurumuz yukarıda gördüğünüz tarihi Üsküdar iskelesini kerteriz alıp geniş bir yay çiziyor, Barbaros Hayrettin İskelesine doğru dönüyor, yanaşıyoruz.
Şimdi, önümde iki seçenek var, ya aynı vapura binip döneceğim ya da motor iskelesine yürüyeceğim bir sonraki motoru bekleyeceğim.
Neden üçüncü seçeneği atladın diyor içsesim, Karaköy'e gidebilirsin, vapura oradan binebilirsin.
Hiç ikiletmiyorum kendilerini; caddeye çıkıyorum, önce otobüsle Kabataş'a gidiyorum, oradan tramvaya biniyorum ve Karaköy'deyim.
Caddeler kalabalık değil, yaz günü işi olanın işinde olduğu, gezmeye gelenin de fazla kalabalık etmediği saatlerdeyiz.
Hani aklıma uysam, Eminönü, Sultanahmet devam etmek de var da öğleden sonra saatli işim var, bugünlük dönüşe geçmek lazım.
Karaköy'deki vapura son dakikada koşarak yetişiyorum -en sevdiğim İstanbul eğlencelerinden- bu defa üst güvertede değil alttaki yan açıkta oturuyorum. Oldu işte, denize daha yakınım.
Vapur önce Eminönü iskelesine yanaşıyor, yanıma martılara ve balıklara simit atma eğlencesindeki küçük çocuklu bir aile oturuyor.
Ben İstanbul'a bakıyorum, Galata'ya, vapurlara, motorlara, Haliç köprüsüne, uzaktan gözüken Boğaz köprüsüne.
Haydarpaşa'ya selam veriyoruz, iskeleye yanaşıyoruz. bizim vapurdaki genç kız çımacı ile iskeledeki delikanlı çımacının işlerini ciddiyetle yapışlarını seyrediyorum. Eminim, yüzümde gülümseme var.
Asıl programı es geçmek olmaz, kısa bir Kadıköy çarşısı turu yapıyorum, kitapçı kedilerine selam veriyorum.
Öğlen sıcağı bastı ve karnım acıktı. İnegöl köftecisine de hanidir gitmemiştim, tam zamanıdır.
Evet, bilenler bildi, bilmeyenlere ben söyleyeyim Baylan'a uğramadan Kadıköy çarşısından ayrılamadım.
Bu sıcakta Kup Griyeden başkasını sipariş etmek anlamsız olur, yanında kahveye gerek yok sadece soğuk su yeterli.
Merhaba Kadıköy, Merhaba İstanbul.