Dündü, içindeki yemek çabucak soğusun diye düdüklü tencereyi balkonun zeminine bırakmıştım.
Sonra tencereyi almak için eğildiğimde, güneşten ötürü kendimin düdüklü tencereye kıstırılmış suretini gördüm.
Nazım Hikmet güzelim şiirinde der ya, "su başında durmuşuz, çınarla ben"...
Bana düşen "düdüklü tencerenin başında durmuşum, avokado saksım ve ben" oldu işte.
Arkadaşlarıma yazdım, İstanbul Bienali'ne başvursam ve desem ki adını "Mutfak Mahkumu Kadın" koyduğum enstalasyonumla önümüzdeki seneki sergide yer almak istiyorum, ne derler sizce?
Şaka tabi hepsi.
Bugünlerde şakadan başka sığınacak ada pek yok ya...
Nazım Hikmet demişken, onu anmak amacıyla Masalların Masalı adlı şiirin metnini aradım buraya eklemek için.
Sesini çok sevdiğim Esin Afşar'ın 2010 yılında söylediği, bu sözlerden bestelenmiş bir şarkının kaydını buldum.
Bu sabah aklıma düştü, buldum ve dinledim. Sonra bir anda zihnimde yolculuğa çıktım.
Artık olmayan mekanlar, elimizdeyken tutamadığımız güzellikler, belki de artık zamanı dolmuş olduğu için uzak düştüklerimiz...
Anlatıyorum:
Hayatımın 4 senesinde hem yaşadığım hem çalıştığım, toplam 33 sene çalıştığım, gezmeye gittiğim, konseri, sineması, tiyatrosu, lokantası derken haftanın neredeyse her günü içinde olduğum İstiklal Caddesindeyiz.
Caddeye adımını attığınızda, isterseniz Taksim tarafından isterseniz Galatasaray tarafından, bir hengamenin içine düşersiniz. Yıllar içinde caddede milyon tane değişiklik oldu, değişmeyen tek şey Cadde-i Kebir'in cazibesi, çekim gücü olageldi. Zaman içinde bu insan kalabalığı Tünel tarafını da içine alacak şekilde yayıldı.
İlk zamanlarda evim Galatasaray'da bürom Sıraselviler Caddesinde. İlçe adliyeleri henüz tek merkezde toplanmamış, Beyoğlu Adliyesi de orada. Her Allah'ın günü, günün her saatinde caddede işim olabiliyor.
Sabah büroya gidiyorum, hoop çıkıyorum adliyeye gidiyorum, hoop çıkıyorum bankaya, notere gidiyorum. Akşam eve dönüyorum, Balık Pazarına uğrayıp alış veriş yapıyorum. Gece dışarı çıkıyoruz, arkadaş buluşması, sinema, tiyatro, hep İstiklal'deyiz.
Karşı kıyıya taşınınca, haftanın beş günü yine işe gidiş geliş ve gün içinde benzer koşturmalar devam ediyor. Sanat faaliyetlerini izlemek, yeni açılan müzelere gitmek için bazen hafta sonu yine caddedeyiz.
Bunları anlattım, neden mi?
Bütün o caddeye çıkışlarda orada hep müzik var.
Yeni bir melodi mi duydunuz? Biliniz ki, Karakedi Plakçısı o yazın listeleri sarsacak parçasını çalıyor. O minnacık dükkan, caddeden geçen bütün insanların ve İstanbul'un müzik zevkini belirliyor, parlatıyor.
Sonraları caddede kitapçılar çoğalıyor, onlar da müzik çalmaya başlıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, caddenin bir başından diğer ucuna giderken, aynı şarkıyı üç dört defa dinleyebiliyorsunuz.
Bazen bu şarkılar mevsimlik oluyor, kimi zaman ise senelerce aynı şarkı durup durup tekrar tekrar çalınıyor çalınıyor...
O günlerde kimi kez sıkıldığımı hatırlıyorum, "üff, marş oldu bu şarkı, yeni Beyoğlu marşı!" dediğimi çok iyi biliyorum. Şimdi sorarsanız, bunu söylediğime pişmanım galiba. Bilemiyorum...
İşte bu sabah dinlediğimde beni bir zaman tünelinden geçmişcesine yolculuğa çıkaran şarkı yukarıda.
To Vals Tou Gamou / Düğün Valsi - Eleni Karaindrou'nun O Melissokomos albümünden.
Dedim ya, bazı melodiler marş olurdu diye, üstteki parça 2000'lerin unutulmazıydı. Ondan on sene öncesinin marşı ise önce İngilizcesi sonra Türkçesiyle Loreena Mckennitt'in Tango to Evora'sıydı.
... misal, bugün dışarı çıkmak için bulduğum bahaneye dört elle sarılmasam, adımlarım daha yavaş olurdu belki.
hadi yavaşlığı içsel talimatlarla hallettik, zihnimde çizdiğim güzergâh belirsiz olurdu, yolda yürürken aniden fikir değiştirip -yapmadığım şey değildir- başka yöne giderdim.
... arkadaşıma "günler geçip giderken, bazen onları seyrediyormuşum gibi hissediyorum" dedim. sanki başkasının hayatı, o sırada bana düşen rol bu, ben o rolü canlandırıyorum; içinde yaşadığımız zaman bana ait değil gibi. "hah tam da bu" dedi arkadaşım, "yaz bunu, gerçekten ben de anlatamadığım duygular içindeyim, bu söylediğin o duyguyu açıklıyor". yazdım.
... özlem nedir, özlemek nedir, bir insana duyulan özlem nasıl tanımlanır, uzaktaki özlenir peki yakındaki özlenir mi?
yıllar önceydi, simone signoret'in anılarını anlattığı nefis kitabı "özlemin eski tadı yok"u okumuştum, bayılmıştım.
o zamanki yaşımdan simone signoret'e baktığımda onu yaşlanmış görürdüm. şimdi kitabın tarihine bakıyorum ve benden çok daha gençken yazmış olduğunu anlıyorum.
geçmişi özle özleyebildiğin kadar, geri gelecek mi?
... belgesel seyrediyordum; makakların, gorillerin, fillerin, su samurlarının yavrularını nasıl eğittiklerini kendi başlarına yaşayacakları zaman gelene dek avlanmayı nasıl öğrettiklerini anlatıyordu. şehirde yaşayan insanoğlu var ya, yavrusu için fazla korumacı bence. belki de şehir koşulları bunu gerektiriyor. doğada olsak başka türlü mü davranırdık, acaba?
... tam bir yazı konusu toparlayamayıp, illa billa yazacağım tutturmasıyla buraya kadar ilerleniyormuş. kapalı havada sisli akılla olacağı budur, sürçü lisan için affola.
Şükran Yiğit'in son romanı "Burası Radyo Şarampol"ü okuyordum.
Kitabın ilk sayfalardan itibaren bir aşinalık duygusu sarıyor tüm benliğimi. Ben biliyorum bu anlatılan yerleri, yaşanan olayların benzerlerini, keşfedilen duyguların yakınlarını...
Her şey sis bastığında yürürken olduğu gibi, tanıdık ve yine de bazı ayrıntılar ancak göze çarpıyor.
Roman 1980 yazında başlıyor. O yılları yaşayan hepimizin hayatında yeri olan bir yıl.
Filiz, Mine Abla, Cengiz Abi, Ali için pek çok hayat virajının alındığı yıl.
1980 yılında Temmuz sonu Ağustos başı gibiydi, yaz tatili sırasında on gün kadar ilk kez gittiğim Antalya'da, arkadaşım F.'lerin evinde misafir kalmıştım. F.ciğim, İstanbul'da İ.T.Ü'de okuyordu o sırada, biz onunla bir kaç sene önce Samsun'da tanışmıştık.
F.'in babası ve babam başka mesleklerden olmalarına rağmen, şimdi hatırlayamadığım bir vesileyle önceden tanışıyorlardı. Biz Samsun'da iken onlar oraya tayin olmuşlardı ve biz İstanbul'a geldikten sonra ise babasının yeni görev yeri olan Antalya'ya gitmişlerdi.
Kaderin türlü çeşitli cilvesiyle roman kahramanlarımızın hayatı önceden hiç tasarlanmayan şekilde değişir. Çünkü hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelen şeydir ve dilde şiir olan ihtimal, hayatta felaket olabilir.
Aradan onca zaman geçtikten sonra hayat felaketten şiire dönüyor ve 2019 yılında, esas kız ve onun ilk sevdiği çocuk bambaşka bir yerde karşılaşırlar.
Benim için 2019 birisiyle değil de o eski şehirle yeniden karşılaşma, tanışma yılıydı. 1980 yılındaki o tatilden sonra Antalya'ya hiç gitmemiştim. Sonraki yıllarda bir kaç defa Antalya yakınlarına tatile gitmiş, ancak şehre uğramamıştım bile. Taa ki 2019 Mayıs'ında memleketi Antalya'ya yıllar sonra yeniden taşınan bir arkadaşımızı ziyarete gidene kadar...
Romanda, sevgili kahramanımız Filiz ve biraz da Mine Abla için 1987 yılı önemli bir yıl. Filiz Berlin'e okumaya gidiyor ve yıllar sonra yeniden Mine Abla ile aynı şehirde yaşıyorlar. İkisinin de hayatlarında zor yıllar yavaş yavaş geride kalıyor ve sürgünlükten yerliliğe geçmeye başlıyorlar.
Sanırım, hayatımın sıçramalarla, değişimlerle ilerlediği en önemli yıllar 1987-88 idi.
87 yazında 3 aylık dil eğitimi için İngiltere'ye gitmiştim, çocuklarımın babasına aşık olmuştum, mesleğimdeki ilk acemilik yıllarını atlatmıştım, yıllardır politik sürgün olan yakın akrabamla görüşmek mümkün olmuştu.
Filiz'in radyo ve müzik merakı ilgisi, onu çocukluğundan beri hayata bağlayan, giderek hayatını kazanma yolu haline gelen bir sevgi. Kitabın adı bile başlı başına bunun göstergesi.
Kahramanı müzikle bu kadar içli dışlı bir kitabın arkasında kocaman bir çalma listesi olması kaçınılmazdı. En az kitap kadar bu liste de beni sardı sarmaladı.
Bana gelince, radyo dinlemek çocukluğumun ve gençliğimin en sevdiğim işlerinden biriydi.
15-16 yaşındayken babamın bana doğum günümde aldığı radyoyu unutamam. Hem pille, hem elektrikle çalışıyordu, üstelik kasetçaları vardı. Müzik dinleyip, sevdiklerimi kaydetmek ve tekrar tekrar dinlemek büyük eğlenceydi.
Karşılaştırmalı roman okuma denemesini burada kesiyorum. Devamı başka bir kitaba, belki?
Büyük tat alarak okuduğum "Burası Radyo Şarampol" için, daha çok ayrıntı isteyenler için buraya bir kitap yazısı bırakıyorum. Tık lütfen!
Kitabın çalma listesinden seçtiğim parça o yıllarda en çok sevdiğim, en çok dinlediklerimden biri.
... der Orhan Veli, o güzel şiirinde. Yeri gelmişken bir kez daha analım:
"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti. "
Bir can arkadaşım demişti ki bir tarihte - gençlikten, ilk aşklardan, hayal kırıklıklarından filan konuşuyorduk- "bizi bu Fransız filmleri mahvetti, onlarda gördüğümüz aşkları gerçek sandık, karşımıza çıkan erkekleri o hayal dünyasına adapte etmeye çalıştık. Ne oldu bak? Sonumuz hep hüsran hep duvar!"
Dün gece bir Fransız filmi seyredip, ekranı kapatırken, bu konuşma geldi aklıma. Bir Fransız filmi az kalsın beni yine mahvediyordu!
Ne imiş, ne anlatırmış diye hiç araştırmadan başoyuncu olarak çok sevdiğim Juliette Binoche'nin adını görünce hemen seyredeyim diye açtım filmi. Yönetmen Claire Denis, ona da aşinayım sanki.
Film Parisli bir sanatçıyı anlatıyor, ressam, eşinden boşanmış, bir kızı var.
Hayatının bu noktasında her şeyin elinden kayıp gidiyor olduğu duygusuna kapılmış ve bunun çaresi olarak gerçek aşkı bulmanın peşine düşmüş.
Filmin son on dakikasında yıllardır bir filmde izlemediğim ve eski filmlerini hayranlıkla hatırladığım oyuncu Gérard Depardieu ile Juliette Binoche'un karşılıklı döktürdükleri bir sahne var. Eğer bu sahne olmasaydı, bütün film için zaman kaybı diyecektim.
Neyse ki, filmdeki o takıntılı arayışın özeti ya da açıklaması her ne ise bu sahnede bir nebze beliriyordu. Böylelikle "romantik komedi" gibi sınıflanmış ancak iç daralması olarak sınıflansa daha iyi olacak filmi, sonunda kahkaha atarak bitirebildim.
Mahallede gezerken kırmızı ışıltılarla karşıma çıkıverdi.
Latince adı Ruscus aculeatus, biz yılbaşında satılan adıyla kokina diye biliyoruz, bazı yerlerde tavşan memesi deniyormuş.
Acaba ortaokul sonda mıydım? Muhtemelen lisenin ilk yılları olmalı.
Babamın kütüphanesinden Varlık Yayınları'ndan basılmış bir kitap okumuştum.
Kitabı kapadığımda kalbim sıkışır gibi olmuştu, gözyaşlarım sicim gibi akıyordu.
Sanırım, insanlık dramı denen kavramın ne olduğunu ilk kez o denli şiddetli şekilde hissettim, taa içimde.
Bugün yine kendimi umutsuz hissediyorum, gencecik üniversite öğrencilerinin kendilerinin ve ülkelerinin geleceğinden umutsuz halde bırakılmaları, içimi o romanı okuyup son sayfayı kapattığım gündeki gibi acıyla dolduruyor.
Söyleyeceklerim boğazıma diziliyor...
Eser:
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok / Im Westen nichts Neues
Yazar:
Erich Maria Remarque
Yayın Tarihi:
1929, Almanya
Tercümesi:
Yayın yılında 26 dile çevrildi ve devam ediyor.
Film:
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok / All Quiet on the Western Front