Cuma, Ağustos 28, 2020

gelelim kitaplara...

... dün yazmaya niyetlenip, araya kek tarifi giriverince akılda kalan yazıyı takdimimdir.

ay başındaydı,  internetten iki kitap siparişi verdim, iki dediğim iki adet, sanki kitapçıya gidip seçip alır gibi. eski alışkanlıklarımdan vazgeçememişim.
oysa onlar gelene dek zaman geçiyor, o arada ne okuyacağım? üstelik, o kadar bekleme sonucu gelen iki kitap bitiveriyor. neyse işte, böyle bir akıl hali bendeki.

kitapları beklerken, oğlumun kütüphanesine bir göz attım. pandeminin ilk zamanlarında orada sait faik'in okumadığım dört kitabını bulup, sırayla okumuş ve çok mutlu olmuştum.
bu defa kızımın kütüphanesine bakarken,  josé mauro de vasconcelos'un şeker portakalı romanı gözüme ilişti. eskiden okumuş muydum hatırlayamadım, öyleyse her türlü okurum deyip başladım ve keyifle bitirdim.
onca yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşanan çocukluktan çıkıp, yaşama sevincini hiç kaybetmeden dünya çapında tanınan bir yazar olmanın öyküsüydü okuduğum. güney amerikan edebiyatının dünyayı şaşkına çeviren büyülü gerçekliği, aslında yaşamın büyülü gerçekliği olmalı.
kitabın künyesi burada, buyrunuz. 



bir kaç gün sonra kargodan kitaplarım geldi.
önce daha çok merak ettiğim -oyunlarını duyduğum, adını bildiğim- yasmina reza'nın romanını okudum. reza, son derecede sürükleyici, polisiye tarzında yazmış. metin dramatikten trajiğe kayan bir yolda, orta sınıf büyük şehir insanını anlatıyor. 
çok ilginç şekilde, roman bana bir tiyatro metni okuyorum duygusunu verdi. belki ana mekanlar bir apartmanın iki dairesi ile sınırlı olduğundan böyle bir hisse kapıldım. 
bazı satırların altını çizmiştim. mesela:
"geçmişe duyulan özlemin nedeni büyük ihanetler değil, tekrarlanan kayıpların çokluğudur." sf. 72
"bazı sabahlar uyandığımda yaşımı öyle gösteriyorum ki. gençliğimiz öldü. bir daha asla genç olmayacağız." sf. 94
"yalnız olmak kendine bile sahip olmamak demektir. sizi seven kişi, kendi varlığıyla sizin yaşamınızı (veya varoluşunuzu) onaylar." sf. 125



ikinci kitap, öncelikle yazarı nedeniyle ilginçti.
yazar marek van der jagt, viyanalı bir filozofmuş ve bu kitabıyla ilk kez yazılmış romanlara verilmiş anton wacher ödülünü almış.
gelgelelim, aslında "marek van der jagt"  diye bir kişi yokmuş, bu isim hollandalı bir gazeteci yazar arnon yasha yves grunberg'in mahlası imiş.
meğer, arnon grunberg, aslında taa 1994 yılında  "mavi pazartesi" romanı ile   en iyi ilk romana verilen anton wachter ödülünü kazanmışmış! bu durum anlaşılınca, marek van der jagt'a verilen ödül geri alınmış!
buyrun size bir yazarın maceralarından bir kesit.
bu kadar tantanayla okura sunulan kitaba yani "kelliğimin hikayesi"ne gelirsek. doğrusu kitabı "eee, yaniii!?" diyerek kapattım. ilginç bir fikir, zaman kaydırmalı usta bir anlatım, sürükleyici bir okuma ve o kadar. yazarın maceraları, kitabından daha ilgi çekici. 


internet siparişlerimi okuyup bitirince, yine kitapsız kaldım, haliyle.
bu defa yeni kitap edinene dek değişik bir kitapla birlikteyim. gaye boralıoğlu'nun "dünyadan aşağı" romanını sesli kitap olarak dinliyorum. 
gerçekten değişik bir tecrübe oluyor kitabı dinlemek. bir kitabı elinde tutup okumak insanın dikkatini daha çok isteyen ve hayal gücünü daha çok çalıştıran bir durum. oysa, kitabı dinlemek eylemi esnasında dikkat toplamak daha zor gibi, en azından şimdilik.
burada dünyadan aşağı'nın künyesini bulabilirsiniz. 


Perşembe, Ağustos 27, 2020

bir haftadan sonra yazı yazmak için oturdum, kitap yazısı yazacaktım bir baktım kek anlatıyorum...

... neyse artık, kitap yazısını bundan sonra yazarım, umarım.

yazının dip notunu başlık notu haline çevirdikten sonra, gelelim olaya konu nefis kekin tarifine.

kızım ankara'dan geldiğinde ballandıra ballandıra anlatıyordu, "üff anne! ev arkadaşım bir kek yaptı, meyveli, nefis oldu, tarifini alayım ben de yapacağım, pazardan böğürtlen ve şeftali alır mısın?"

malzemeler hazır ve fakat kek yapacak genç hanım ve daha önemlisi tarif yok ortalıkta. hem de pazar günü sevdiğimiz bahçede çaya çağrılmışken...

meraklı anne düşündü ki, google bilir bunu nasılsa. hemen sordu ve cevabını aldı. iç ses destek verdi, "bu tarif olmalı" ve sonrası kolayca halloldu.
içsesin tahmini doğru çıktı, tarif tam isabetle tutmuş. kek pek beğenildi ve birkaç gün sonra yeniden yapıldı.


meyveli kek

malzemesi:
- 2 orta büyüklükte şeftali
- 1 kase böğürtlen
- 1 yumurta
- 1,5 su bardağı un
- 1 su bardağından az şeker
- 1 yemek kaşığı toz şeker (ayrıca)
- 1/3 su bardağı eritilmiş tereyağı
- 2/3 su bardağı süt
- 1 paket kabartma tozu
- 1 paket vanilya
- 1 tatlı kaşığı tarçın

yapılışı:
- yumurta ve şeker çırpılır, eritilmiş tereyağı, süt karışımı eklenir, biraz karıştırılır.
- içine tarçın, kabartma tozu, vanilya eklenmiş un bu karışıma eklenir, biraz daha çırpılır.
- dilimlenmiş şeftalilerden bir tanesi tabanına yağ sürülmüş kek kabına dizilir, böğürtlenin yarısı şeftalilerin arasına serpiştirilir.
- meyvelerin üzerine hazırlanmış kek hamuru eşit şekilde yayılır.
- hamur katının üzerine ikinci sıra şeftali dilimleri ve böğürtlenler yerleştirilir. 1 yemek kaşığı toz şeker meyvelerin üzerine serpiştirilir.
- önceden ısıtılmış fırında 180 derecede 40 dakika kadar pişirilir.
- kek fırından alındıktan sonra, ılınması beklenir.
- isteğe göre biraz dondurma yanında veya üzerine krema konularak servis yapılabilir.

not:
* meyveli en alt kat haliyle biraz yumuşak ve hafif sulu kalıyor, kekin kabarmış üst katı ise daha çıtır çıtır oluyor.
** ikinci defa yaptığımda, alt kata incir yerleştirdim o da pek güzel oldu. 
*** böğürtlen yerine frambuaz veya vişne de kullanılabilir, denemeli.


Çarşamba, Ağustos 19, 2020

EYLÜL IŞIĞINI BEKLERKEN

Ağustos'un yarısı yaz yarısı kış derler. 
Henüz kış için erken biliyorum, acelesi yok zaten, önce güzü yaşayalım. Önümüzde uzun ve güzel bir sombahar olacağını umut ediyorum. 

Bir kaç gündür sabah uyanırken, martı ve karga sesleri dışında serçe, kırlangıç ve başka küçük kuşların da seslerini ayırt eder oldum. Havanın iyice ısındığı zamandan beri,  gürültücü martı ve karga dışında başka kuş sesi duyulmaz olmuştu.
Dün akşamüstü balkonda oturup bir süre gökyüzünü gözledim; baharda gelişlerini bir türlü göremediğim leyleklerin hiç olmazsa gidişlerini görmek arzusuyla... 

Yavaş yavaş pazarda kışlık dolaba koymalık sebzeler çoğalıyor, yakında turşuluklar da bollaşır. Daha sanki dün, "haydi artık kiraz çıksın" arzusuyla sabırsızlanırken, yarın "mandalina ne zaman çıkacak" demeye başlarız, yine.

Dün akşamüstünün akşama döndüğü saatlerde mutfakta akşam yemeği hazırlığındayken, gözüm pencereden gördüğüm ağaçlara ilişti. Eylül ışının izlerini gördüm adeta, bakarken gözünüzü kısmanıza gerek olmayan, hafif eğik, yumuşak tonlu...
İşime ara verdim, biraz seyrettim,  beş on dakika içinde kaydı, gitti. 



Fotoğrafı saat 18:51'de çekmişim.
Öndeki ağaç bizim apartmanın bahçesindeki dişbudak, arkadaki üzeri ışıklı ceviz ve onun arkasındaki ladin sokağın karşısındaki apartmanın bahçesindeler.
Güneş ışığı bizim apartmanın arkasından vuruyor, sokağın bize yakın yarısı gölgede, karşı taraf ışıklı.


Cuma, Ağustos 14, 2020

KUTLAMA


Dün kızımla konuşuyordum, diploması hazırmış ancak öğrenci işlerinde vak'a haberi çıkmış, endişelenmiş almaya gitmemiş. Hayallerini süsleyen ODTÜ'nün  Devrim stadındaki mezuniyet töreni kuş olup uçtu çoktan. Neyse ki bir kaç ay öncesine göre durumu daha kabullenmiş görünüyor. 

Derken konu pandeminin başında yaşadığımız  bilinmezlik içindeki korku dolu günlere geldi. 
Şimdi birbirimize nasıl davranacağımız konusunda biraz daha tecrübeli ve rahatız, dedim. Bu sabah abin işe gitmeden önce, doğum gününü kutlamak için kendisini öpmeme izin verdi, mesela. Oysa senin doğum gününde kapıda durmuş, içeri bile girmemişti. Üstelik doğum gününde seni ben de öpememiştim, sarılamamıştım ve bu içimde ukte kaldı. 
Telefonun öbür ucunda gülümsediğini hissettim kızımın, bu defa geldiğimde bir kaç gün geçince öpebilirsin, dedi.

Az önce dikkat edince gördüm ki, bu sene oğlumun doğduğu 1992 yılındaki gibi haftanın aynı günlerdeyiz. Sonra blogu karıştırıp çocukların doğum günlerinde yazdığım yazıları okudum. Oğluma yazdığım bir mektup gibiymiş, onbir sene önceki bir tanesi, doğduğu günü  anlatmışım. Okuyunca tüm hafızam canlandı, 28 sene öncesine gittim. 
Dile kolay söylemesi, oysa geçen zaman o gün doğan oğlancığın koca bir adam olması demek. 

Annenin dilinde gönlünde çocukları için hep en iyisini en güzelini dilemek var. Bahtları, yolları açık olsun, iyi insana denk gelsinler arzu ederim. 
Üst yanı kendi hayatları artık, bize düşense hep yanlarında olmak. 

Yukarıdaki fotoğraf 21 sene öncesinden, yine Ağustos ayından, iki kardeş Fenerbahçe Parkında...

Çarşamba, Ağustos 12, 2020

Blogger'ın yeni ara yüzüne alışabildiniz mi?

Ben alışamadım.
Her yazıda yeniden bir takım ayarları öğrenmek, denemek, uygulamak gerekiyor. Geçen defa fotoğrafı bir türlü istediğim boyuta getiremedim, bugün bir de baktım ki, aa, kolaymış!
Şimdi de satır aralarını ayarlayamıyorum, bakalım yazı bitene kadar bir ilham gelip ayar yerini bulabilecek miyim?
Ağustos sıcağında sabah yürüyüşlerime azimle devam ediyorum. Ancak, ne kadar  erkenden sokağa çıkarsam çıkayım, nem fena. Maskeli suratla nem birleşince sonuç daha da çekilmez oluyor. 
Neyse artık, bu da böyle bir yaz...


Mavi yasemen, sabah yürüyüşünden deyip yeni konumuza geçiyoruz.

Dün evde çok işim vardı,sabahtan akşamüstüne dek seyirttim durdum.
İşler bitince Ferzan Özpetek'in son romanı Bir Nefes Gibi'ye başladım ve bir kaç saat içinde bitirdim. 
Şu kadarını söyleyeyim, günün yorgunluğuyla okunabilecek en uygun kitabı seçmişim. Ya da mesela, eğer tatilde olsaydım deniz kenarında keyif çatarken de okunabilirdi.

Ferzan Özpetek'in tüm filmlerinin hayranı değilim, yine de bir çok filmini severim. Yeni bir film çektiğinde merak eder ve izlemek isterim. Romanlarına gelince, aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Bir Nefes Gibi, roman değil de senaryo taslağı gibi. Oldukça tipik bir Ferzan Özpetek filminin, henüz karakterleri geliştirilmemiş bir taslağı adeta. Akıcı evet, rahat okunuyor evet, sürprizli evet, gizemli evet. O kadar işte, fazlasını beklemiyorsanız okuyun, keyfinize bakın.

Pazar, Ağustos 09, 2020

EYYAM-I BAHUR GÜNLERİNDE FİLMLER, ÖYKÜLER

 Saatli Maarif Takvimi bu seneki eyyam-ı bahur günlerini 3 Ağustos'ta başlatmış. Yılın bu en sıcak ve nemli günleri yaklaşık bir hafta sürüyor desek, bugün yarın bitecek umuyorum. 

Eyyam-ı bahurda esen rüzgara sam yeli denir. Çocukken sam yeli esen günlerde denize girersek, rüzgar nedeniyle tenimizde koyu renkli lekeler kalacağı söylenirdi. Eğer o sırada üstümüzde kolye, künye gibi gümüş bir takı olursa, bunun bizi sam yelinin bırakacağı lekelerden koruyacağına inanırdık.
Bu sene leke korkusu yok şükür, covid 19 bizi denizden uzak tutuyor ve dolayısıyla sam yeli lekelerinden de koruyor! 

Bu sıcak ve nemli günleri sabah erken saat yürüyüşleri dışında evde kalıp film seyrederek geçirdim. Buraya not edeyim, belki ilgilenen olur, hem ben de hatırlarım günü gelince.
İlginç bir rastlantı sonucu, filmlerin her biri dünyanın farklı köşelerinden ve farklı dönemleri anlatıyor.

İlk film The Warden / Müdür, son yıllardaki yönetmenlerini ilgiyle izlediğim İran sinemasından. Geçen sene çekilmiş film, Şah dönemi İran'ında bir hapishanenin taşınması sırasında kaybolan bir mahkumu sınırlı sürede bulma çabasını anlatıyor. Konusunu aktarışı, derdini anlatımı müthiş başarılı ve alegorik bir film.

İkinci film bir ülke demenin yetmeyeceği, adeta bir kıta olan Hindistan'dan Umrika / Amerika. 1980'lerde Hindistan'ın kuzeyindeki küçük bir köyden ayrılıp, para kazanmak umuduyla Amerika'ya giden ağabeyini aramak amacıyla, yıllar sonra yollara düşen küçük kardeşin öyküsü bu. Uzak ülkelere göç etmek, tüm dünyanın büyük hayali olan muhteşem Amerika düşü, köydeki basit yaşamdan, büyük şehre, oradan bambaşka bir kıtaya yapılan yolculuklar, gerçekleşen ya da gerçekleşemeyen hayaller gerçekçi ve bu nedenle dokunaklı şekilde anlatılıyor.

Üçüncü film Polonya sinemasından, The Art of Loving / Sevme Sanatı / Sztuka kochania. Historia Michaliny Wislockiej. Bu defa dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayor ve olaylar yoğunlukla 1970'lerde geçiyor. Film, Polonya'lı doktor Michalina Wislockiej'nin yaşamını, esas olarak da basılması için kendisinin ve onu destekleyen kadınların büyük savaş verdikleri bir kitabı anlatıyor. O sıralarda Komünist parti yönetiminde olan Polonya'da çok kolay olacağı düşünülen pek çok işin, tam tersine erkek egemen ve bağnaz yapı nedeniyle ne kadar zor olduğunu ve aslında tabu yıkmanın en büyük devrim olduğunu anlatıyor.

Son filmimiz Amerika'dan ve yine bir dönem filmi, 1950'lerde geçen konusuyla yine tabularla çatışan insanları konu albaşka bir film bu, Carol. Müthiş oyunculuklarıyla Cate Blanchett ve Rooney Mara'nın tam olarak döktürdükleri filmin yönetmeni yıllar önce beğenerek izlediğim benzer bir dönem filmi olan Far From Heaven / Cennetten Çok Uzakta 'nın yönetmeni de olan Todd Haynes. Buraya meraklısı için, her iki filmi karşılaştırarak anlatan bir yazıyı bırakayım. 


Öykülere gelince, aslında tek bir kitap söz konusu. Bu sıralar kitap okuma hızımla kaplumbağa yarışsa emin olun madalya alacak. 
Sadece uzun zamandır merak ettiğim Katherine Mansfield öykülerini okuyabildim.
K. Mansfield, 1888'de Yeni Zelanda'da doğup yazar olmak için 19 yaşında İngiltere'ye yerleşen ve sadece 35 yaşındayken ölen bir kadın yazar. Ölümünden önceki sene yayınlanan Garden Party/Bahçe'de Eğlence ile usta öykücü  olduğu tescil edilmiş.
Öyküsever bir okur olarak, gözlemlerinin derinliğine, ifadesinin sade ve nokta atışı yapar haline bayıldım. Kitabı okurken zaman zaman "çeviri daha iyi olabilir miydi" düşüncesi aklımı kurcaladı. 
Yine de bu kitabı okuduğuma ve yazarı tanıdığıma çok memnunum. 

Salı, Ağustos 04, 2020

NELER OLUYOR DU?

Bayramın birinci günü anneme vekil olarak atandım ve bayram ziyaretinin evsahibi oldum. Torun, evlat birlikte kahvaltı ettik, sarılıp öpüşmesiz ve uzak oturmalı tarafından. 
Öğleden sonra herkes evine dağılınca yüzyüze görüşülemeyen yakınlar arandı sırayla ve bayram kutlamaları yapıldı.

İkinci gün, birden bayram bitmiş gibi oldu; yemek yapmak, biraz ev işi filan gün geçiverdi.

Üçüncü gün yeniden bayram günü havasına döndük, iade-i ziyaret yapıp kardeşime gittik.
Üçüncü günün nişanını sivrisinekler taktılar, bahçede otururken dizlerimin ve dirseklerimin altını sokup durmuşlar meğerse. yıllardır bu kadar yoğun sivrisinek saldırısına maruz kalmamıştım, alerjik cildim para para kabardı.

Son gün yine bayram havasından çıkmıştım ki, komşum ziyarete geldi, mesafeli koltuklarda oturup kahve keyfi yaptık. 

Bugün haberleri okurken yeniden içim sıkıldı. Milletimiz bütün bayram günlerini yanyana cancana değerlendirmiş bir güzel. 
Hasta sayısı yeniden artmaya başlamıştı zaten. 
Bakalım bayram günlerindeki serbest hareketlerin etkisi ne zaman çıkacak?



Kuzenler kıran kırana tavla maçı yaparken, Çakıl Bey yukardaki balkondan aşağıyı kesiyordu. 
Hişt, zar tutma!