Çarşamba, Aralık 31, 2008

YENİ SENEDEN İYİLİK DİLEKLERİ


Geçen sene, bayan D. bahçedeki küçük bir ağacı, "yeni yıldan dilekler" ağacı haline getirmişti.
Yılbaşı öncesi, sonrası bir kaç gün içinde tüm arkadaşları ona bir uğrayıp, ağaca minik bir süsü asmış ve kendileri için yeni yıldan dilekte bulunmuşlardı. Ben de, dahil.
Yeni yılın ilk günlerinin umut dolu hay huyu sona erip, sıradan olanlara dönünce de ağacı unutmuştuk.

Yaza doğru bir ara, sormuştum, ağaca asılan dileklerden gerçekleşen oldu mu acaba, diye.
"Aman ya, bırak" demişti, bayan D. "hepiniz sahtekarsınız!".
Neden ki? dedim.
"Eminim, bu kadar adamdan birinin gerçekleşen bir dileği olmuştur" dedi.
Eh, olmuştur herhalde, dedim.
"Ama, bir kişi bile teşekkür armağanı getirmedi" dedi.
O zaman hatırladımki, "ağaca astığınız dileklerinizden gerçekleşen olunca, bana ufak bir armağan -kibrit kutusu bile olabilir- getirin, ben de sevineyim" demişti, D.ciğim.
Valla haklısın şekerim, kimsenin dileği gerçekleşmemiş olamaz, demiştim. Sonra lafıma, "ben ne tutmuştum, acaba?" diye devam edince, D.yi kızdırmıştım, "işte bak böyle, herkes aniden bunuyor bu konu açılınca" demişti.

Şimdi, içimden dileğimi tutuyorum. Bu defa unutmayacağım ve gerçekleşince D.'ye armağanını uçuracağım.

Sizin için dileğim, barış, sağlık, bereket, keyif...

Yeni yıl, eskisinden iyi olsun.

.

Salı, Aralık 30, 2008

OOO, PORTAKALI SOYDUM, ...


Sonrasını bilmeyen yoktur; "....başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum, arap kızına duyurdum, dum dum dum, ..."

Portakal soyduğum her seferinde bu tekerleme aklıma gelmezse de, nerdeyse, her seferinde portakal kabuğunu reçellik parçalar halinde doğramaktan kendimi alamam.

Akşam, çocuklara portakal soydum. Sonra, yine oturup kabuğunu ince ince, minik minik parçalara böldüm.

Nerdeyse çocuklğumdan beri, meyve soyma işini ben yaparım, ailede.
Bu önce, anne babamla yaşadığım aile idi, sonra kendi ailem oldu.
Meyve soyma, yeme faslı bitince de kucağımdaki kapta duran meyve kabuklarını elden geçirmeye başlardım. Önce, büyüklerini alır, onları düzgünce bölmeye başlar, onlar bitince de küçüklerinin sırasını savardım. Yine öyle yaptım.

Bir bilen için, yorumlanacak psikolojik bir anlamı var mı, bilemeyeceğim.
Benim için, bu eylem bir tür terapi yerine geçiyor.
Meyve soyma, kabuğunu parçalama ritüeli, bana, hayatın öylece bildiğim gibi devam ettiğini hatırlatmaya yarıyor, muhtemelen.

Hayat, devam ediyor.
Güvenlikli bir şekilde aynı kalmasını istesek, yeniliklere dirensek de, o, dönüşüyor.
O, yani hayatımız.

.

Pazartesi, Aralık 29, 2008

İÇİ PAMUK DIŞI ÇITIR: BULGURLU EKMEKCİK

BULGURLU EKMEKCİK

Malzemesi:

- 3 su bardağı beyaz un,
- 1 su bardağı ince bulgur,
- 2 tatlı kaşığı toz maya,
- 1 tatlı kaşığından az deniz tuzu,
- 2 tatlı kaşığı esmer toz şeker,
- 200 ml. su ve 150 ml. süt karışımı,
- 2 yemek kaşığı sirke.


Yapılışı:

Ekmek yaparken, diğer yandan yemek hazırlığında olduğumdan, hamuru ekmek makinesi yoğurdu. Siz elde yoğurmak isterseniz, şu yöntemi izleyebilirsiniz:

- Ilık su, süt karışımı içine mayayı, tuzu ve şekeri koyup karıştırın. 10-15 dakika bekleyin, bu arada mayalı suyun üstü hafif hafif kabarmaya başlayacaktır.

- Unu genişçe bir kaba koyup, ortasını havuz gibi açtıktan sonra, mayalı karışımı ve sirkeyi ekleyin. 6-10 dakika yoğurup, çok yumuşak olmayan bir hamur haline getirin.

- Hamuru, hafif yağlanmış bir tencereye koyup, ağzını kapatın. Bu şekilde ılık bir yerde en az 1 saat, veya iki katına kadar büyüyene dek kabarmaya bırakın.

- Bu sürenin sonunda, biraz (1-2 dakika) daha yoğurup, gazını alın ve yağlı kağıt serdiğiniz tepsiye, hamurdan alacağınız avuç dolusu topakları yuvarlayarak koyun. Ilık bir yerde tekrar kabarması için 30 dakika kadar bekleyin.

- Fırının ısısını 180 C'ye getirin, tepsiyi fırına yerleştirin ve kızarana dek, 30-40 dakika kadar pişirin.

- Bu süre sonunda, ekmekciklerinizi fırından çıkarın ve bir telin üzerinde soğumaya bırakın.


Dışı çıtır çıtır bu ekmekğin içi, pamuk gibi yumuşacık oluyor. Sıcakken tereyağı sürünce de, karnınız tok olsa bile, cazibesine dayanılamıyor.

.

Pazar, Aralık 28, 2008

ACROSS THE UNIVERSE


Yine, uçarak konmuş bir Türkçe isimli filmimiz var: "Seni İstiyorum".
"Evren Boyunca" diye çevirivermek beğenilmemiş anlaşılan. Öylece bırakılabilirdi oysa, bu isimde bir şarkı var ve bu şarkı filmin temel noktalarından birinde durmakta.

"Beatles’ın 33 şarkısını arka planına alarak çekilen, rock'n roll'un zirvede olduğu 1960’lı yıllarda geçen bir aşk hikayesini konu alan" diye tanımlanan müzikalin konusu tam bir çorba diyeyim, size.
Merak buyurduysanız, şurayı tıklayınız.

Filmin en hoş tarafı kimbilir kaç kez dinlediğimiz o şarkıları, farklı yorumlarla, farklı seslerden dinlemek. Senaryo, daha az çorba olsaydı, konu belirli bir hattı izleyebilseydi, belki daha az şarkı dinleyecektik, ama, bütünlük daha sağlam olacaktı, diye düşündüm.

Ancak, siz benim böyle dırdır etmeme bakmayın. Özellikle gençler arasında çok tuttu, film. Belki de Beatles'in tüm dünyayı saran, sarsan gücünün, günümüzdeki yansıması olarak böyle bir ilgi oluştu.

Şurada, tık tık, filmin fragmanı izlenebiliyor.



İşte, filme adını veren Beatles şarkısı Across the Universe.
Bu defa yazın İstanbul Festivali'nde dinlediğimiz şarkıcı Rufus Wainwrigth söylüyor.

.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

EARTHA KİTT ÖLMÜŞ.



Eartha Kitt'i "Üsküdar'a Giderken"i söylerken dinlemiştim.
Çocuktum.
Radyodan dinlemiş olmalıyım.
Daha sonra da hep bu şarkıyla kalmış aklımda. Oysa, çok daha fazlası varmış.
Burada yazıyor.



İşte size, o farklı şarkılardan biri.

.

Perşembe, Aralık 25, 2008

YANIYOR MU YEŞİL KÖŞKÜN LAMBASI?

Salı gecesi, yine tamamını kaçırarak, sadece aralıklı olarak beşer dakika üç kez göz atabilmek suretiyle "Canım Ailem"e baktım, TV'de. O kadarı anlamama yetti, zaten.

Meliha ve Samim, birbirlerinden habersiz, birbirlerinin ışığı sönen pencerelerine uzaktan bakıp, "iyi geceler" dediler, içlerinden.
Onlar, aynı sokakta birbirini karşılıklı gören iki evde yaşıyorlar.
Sokakları eski İstanbul sokaklarından, evleri eski usul.

Arası iki dakika sürmedi bayan D.'nin adı ışıldadı cep telefonun ekranında. Açtım, lafladık.

Hafif kırık bir durumu olan arkadaşından söz ediyordu. Anlatırken, bir ara "o şimdi msn'e gelir, ışığı yanar, beni bekler" dedi.
"O zaman mı yazışacaksın?" dedim.
"Yok canım, neden görüneyim? Seyreder eder, sonra da yatar uyurum." buyurdu.

Az önce seyrettiğim TV sahnesi ile arkadaşımın anlatmasından gözümde canlandırdığım durumun benzerliği ve çelişkisi çarptı beni.
Ne garip değil mi?
Artık arkadaşlarımızı, sevdiklerimizi, göz koyduklarımızı, merak ettiklerimizi bilgisayar ekranında yanıp sönen kutucuklardan izliyoruz. Konuşmak, laf anlatmak istemediğimiz birisi olursa, kendimizi "görünmez" kılıyoruz. Sonra, keyfimiz isterse ortaya çıkıyoruz.

Eski zamanlarda, çok da rastlamak istemediğimiz birisiyle karşılaşınca, hafif baş eğilip, yan yan geçilir, görmezden gelinirdi.
Şimdi, teknoloji kolaylık sağlıyor. Hoop bir varsın, iki saniye sonra yoksun. Meğer geçerken uğramışsın da, görmemişsin de, filan falan...
Asri zamanlar, diyelim.




Şimdi şöyle oldu: Müzeyyen Senar'a "Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lambası"nı söyletmek istedim, olmadı. Onun yerine Nilüfer'le birlikte "Dalgalandım da Duruldum"u söylüyorlar. Kabul buyrunuz.
.

BOŞ DURANI KİMSE SEVMEZ.



Baksanıza, iki ay olmuş bile.
Yukardaki
pisinin bebecik fotolarını göstermiştim size.
Bu, son hali değil, geleli yaklaşık bir ay olmuş.
Şimdi, buradan pisinin anacığına açık istekte bulunuyorum: Yumak Bey'in yeni fotolarını istiyorum(z). Evet, istiyoruz, gelen ziyaretçiler de onu seviyor. Di mi?




Evet, evet! Seviyorlarmış. Bu da yenisi işte.
.

Salı, Aralık 23, 2008

"QUEEN MARY"LER

Artık hatırlamadığım kadar eski bir tarihte, Kaliforniya'ya gitmiştim(k). Daha doğrusu o gitmişti önce, ben de tatil niyetine gitmiştim, iki hafta kalmıştım. Ne kadar güzel bir yolculuk olmuştu. Tüm eyaleti, yukarısı aşağısı dememiş gezmiştik.
Neyse. Hatırlamaya başlarsam, bir gün uzun uzun anlatırım, nereleri gördüğümü.

Nerden geldin buraya derseniz, geçende televizyonda tesadüfen gördüğüm bir gemi bahanesiyle diyeceğim.
"Queen Mary 2" şimdiki durumda dünyanın en büyük yolcu gemisi. İzlediğim belgesel, onun yapılışını, ilk seferini, o ultra elektronik aletlerin o devasa şeyi nasıl da hareket ettiriverdiğini filan anlatıyordu.
Kimisi gemi yolculuğunu sevmez. Bilemem. Yolculuk denince her türüne ağzı sulanan biri olarak, uzun bir gemi yolculuğunu hep hayal etmişimdir. Beyaz gecelerde fiyortlar boyunca olabilir, Volga'da şahane tarihi şehirler boyunca olabilir, Karayipler'de ılık bir deniz tatili olabilir... Hayal dedim ya, işte!


Bu fotoğrafda, Queen Mary 2006'da Hamburg limanında.

Peki, bu (2) nedir? Bunun 1.si nedir, değil mi?
Evet, var 1. olanı.
Benim o eski seyahati hatırlayıvermeme sebep, o 1. dir.

İşte, biz o yolculukta, o sırada çok taze ve canlı bir atraksiyon olan "Queen Mary 1"i ziyareti için Long Beach'e gitmiştik.
Hatırladığıma göre, "Titanic" sonrası en büyük ve meşhur gemi olan "Queen Mary" yaşayan bir müze halindeydi. Yanılmıyorsam, bir kısmı da çok lüks bir otel olarak düzenlenmişti.
Nerdeyse yarım gün boyunca, aslına uygun halde restore edilmiş gemiyi makine dairesinden, güverteye, lüks kamaralara kadar gezmiştik. Bazı kamara ve salonlar, geminin çeşitli dönemlerinde kullanılan orjinal eşyalarla yeniden düzenlenmiş, dönemlerine uygun şekilde canlandırılmıştı.
Diyelim, bir bölümde geminin İkinci Dünya Savaşında, kaçak yolcuları kurtarırken veya Kızılhaç için çalışırken olduğu hali canlandırılmıştı, diğer bölümde savaş öncesinin muhteşem baloları, gibi.
Şimdi, otel halen hizmette imiş. Evlenebilir, parti verebilir, film çekebilirmişsiniz.

Ne diyeyim, gözüm yok. Bana bir gemi yolculuğu yeter.

.

Pazartesi, Aralık 22, 2008

NEREDE OLSAYDIM?


Bugünkü takvim yaprağını görünce, tam da bugünkü havaya nazire bu dedim, hani, iyice yüreğimi yerinden hoplatmak için konuluvermiş gibi.
En kısa günlerdeyiz, zaten güneş doğmak bilmiyor. Üstüne bir de kapalı, çişil yağmurlu hava...
Ben de dışarda olayım, yeşile yakın olayım istiyorum.
Geçmiş olsun!
Resme* bakıp avunacağız.

Peki, hava sıkınç anladık. İşe gitmek gerekmeseydi, keşke.
Şu** yukardaki yerde olabilseydim.
Orası Montmarte Bulvarı imiş, yani Paris.

Çok şey mi istiyorum?
Baharbahçe olmadı, Paris.
Değil, değil! Olur belki...


*Camille Pisarro, Eragny'de Sanatçının Bahçesi
** Camille Pisarro, Montmarter Bulvarı'nda Kış

Sanatçı hakkında bilgi isteyene, tık.

.

Cumartesi, Aralık 20, 2008

YALANLAR ÜSTÜNE



Güya, filmlerimizi bilinçli seçiyoruz ya, bakmayın siz. Yahu, biz de insanız. Biz de "hadi şu Leonardo DiCaprio ile Russell Crowe'un oynadığı filme gidelim kızlar" deyip, yakışıklı adam görmek uğruna film seçeriz.
Ardından filmin bir kısmını gözü parmaklarla kapatıp, yarısını sinirden, yarısını öfkeden kasılmış halde seyrederiz, o ayrı.
Bir de bayan D.'den "iki ay sonra ilk kez sinemaya gidebiliyorum, beni getirdiğiniz film bu mu" diye zılgıtı da yeriz, üstüne.

Evet ya, konu şu uzak kıtadaki haber alma şeysi (neysi) kurulmuşu olunca, insan sinir olmadan duramıyor.
Senin ne işin var kardeşim elalemin memleketinde, düzeninde, dininde, gelişmesinde? Sen otur, kendi ülkendeki saçmalıkları düzelt. O kadar zenginsen, bütün vadandaşlarına parasız sağlık hizmeti ver. Enerji kaynaklarını temizinden kullan. Her ferdinin altına tuhaf devasa arabalardan çekme. Değil mi?
Değilmiş!
Her şeye karışır, her bi yeri havadan karadan görür, vururlarmış.
Şimdi, şurada hiç söylemediğim sözlerden yazacağım....
............
Yazdım sayın!
(Zaten filmden çıktıktan sonra küfür kalay gittim. Kotayı doldurdum.)

Diyeceğim, siniriniz dayanacak, öfkeden tırnaklarınızı kemirmeyecekseniz, ders almak için görün bu filmi.
O sırada teselli ikramiyesi olarak, iyi oyuncuların (bknz. Russell Crowe) vücutlarını nasıl enstrüman gibi kullandıklarını da görmüş olursunuz.
Haa, Leo da fena değildi. Onu asıl, Titanic'deki sevdadan sonra ilk kez Kate Winslet'le birlikte seyredeceğimiz "Revolutionary Road" için bekliyorum.

Şu trailerdeki şarkıya bayıldım, mesela.

.

UĞULTULU TEPELER

Kitap klübümüzün bu ayki kitabı "Uğultulu Tepeler".
Diğer söyleyişle, Bronte Kardeşlerden Emily'nin tek kitabı olan "Wuthering Heigts".

Fatma hanım, kulüp kuralım dediğinde, kitap kulübü ne işe yarar diye sormuştum kendime. Sonra İngiltere'den Mektuplar yazan Fatma'nın kulüplerini anlattığı yazıları hatırlamıştım. Ona sordum, nasıl toplanıyorlar, kitapları neye göre seçiyorlar, kuralları neler, diye.

Şimdi bir kulübümüz var. Dediğim gibi, bu ay Uğultulu Tepeler'i okuduk, daha doğrusu okuyoruz, bitiremedik. Acemi davranıp iki kitap seçtiğimiz için, kimse iki kitabı birden tamamlayamamış. Kimi yarım yarım okumuş, kimi sadece birini.

Diğer kitap Nobelli yazar Jean-Marie Gustave Le Clézio'nun Ourania'sıydı. Ben onu bitirdim. Anlatılanlara yabancı kalmayayım diye, açıkgözlük edip, Wuthering Heights'in de filmini izlemiştim.
Herkes okumalarını tamamlasın diye, gelecek toplantıya kadar süreyi uzattık. Seyrettiğim film ve kitapla ilgili anlatılanlardan sonra, tembellik etmeyip, kitabı okumaya karar verdim.
Kitabı okuyan arkadaşlarımızdan birisi bize, kitap, yazıldığı dönem, Bronte Kardeşler, edebiyat tarihindeki yerleri konusunda kapsamlı bilgi verdi. Diğerleri, kitapla ilgili düşüncelerini paylaştılar, etkilendikleri bölümleri anlattılar. Bu sayede birarada, zevkle geçirilen bir zamanı paylaştık ve kitap kulübünün keyfini tattık.

Kitap, okuyanı derinden etkiliyor. Aşağıdaki satırlar ekşi sözlük yazarlarından birine ait:

"bu kitabın üzerine bir şey yazmamak için kendimi çok tuttum, çok yazmak istedim, bu kadar güçlü istedikçe yazmamam ve beklemem gerektiğini anladım.
ağırlığını, etkisini, hüznünü oldukça uzun bir sürede atabildim. bir kitabın son satırını okuduktan sonra yapmak istenen ilk ve tek şey, ilk satıra dönüp tekrar okumak oluyorsa... bu cümlenin sonu ne olmalı bilmiyorum. çünkü başucu romanı değil edebi bir eser olarak wuthering heights'ı okumak, tartmak, kafa yormak bir anlamda ona adanan süre boyunca kitabı yaşamak oluyor ve bu da psikolojik olarak kişiyi oldukça fazla yoruyor.

öncelikle yeryüzünde varolan en yabani, en vahşi aşk hikayesi anlatılıyor bu kitapta. çoğu insan buna sadece sıradan güçlü bir tutku diyebilir, derse gururun insanı ne kadar yabanileştirdiğini gözardı ederek kitabın çoğunu farketmemiştir diyebilirim. ama varolan o inanılmaz tutkunun, aşkın her zaman kendini gosteremeyen vahşi doğasının arkasında kalabilmesi, ve eser boyunca bu tutkunun bir tane bile cinsel çekim yada şehvet anlamında ima bulunmadan anlatılabilmesi ve böylesine okuyucuyu etkileyebilmesi emily bronte'nin dahiliğinin ürünüdür sanırım. daha önceden okuduğum hiçbir kitap için kendimi neredeyse okumaya geç kalmış hissetmemiştim. bence lisede insan biraz da hayal dünyasında yaşıyorken okutulmasının boyle güzel bir yanı olabilir, ki çoluğa çocuğa karıştıktan sonra bu kitabı okumak bazı bünyeler için büyük bir hata olabilir diyebilirim. insanın, ne kadar mantıklı, medeni canlılar sayılsa da, aşkın bu yabani tarafına ne kadar aç olduğunu hissettiriyor. gerçek hayatta korunabilmesi, körüklenmesi, sonsuzca varolabilmesi imkansız şeylere olan (şarkısal, şiirsel sürreal bir sevgi kavramı diyebiliriz sanırım buna) zaafını öyle bir gözüne gözüne sokuyor ki adamın... hayatında hiç aşık olmamış insanların bile sessiz sedasız göçüp gidebildiği bir koca ömürden taşan cins maneviyat görünce; belki de burda dünyanın en büyük lüksünden bahsediyoruz
."

Pek çok klasik eser gibi, Uğultulu Tepeler de bir çok kez sinemaya uyarlanmış. En çok etkileyeni, William Wyler'ın 1939'de yaptığı.

Son çekilen 1992 yapımı. Oyuncuları harika; Juliette Binoche, Ralph Fiennes. Ancak, bu versiyonun kitabın ruhunu veremediği söyleniyor. Benim açıkgözlük yapıp seyrettiğim buydu.

Kitaptan yapılan ilginç bir diğer uyarlama -ya da esinlenme diyelim- bir şarkı: İngilizlerin ünlü şarkı yazarı ve söyleyeni Kate Bush'un aynı adlı şarkısı, olağanüstü çekici.
Bir tanıma göre, onun "tedirgin" sesinden başka bir ses bu şarkıyı söyleyemez. Sahiden öyle. İlk dinlediğimde irkilten ses, ikincisinde ilgiye, sonra hayranlığa dönüştü. Şarkıyı tekrar tekrar dinlemekten ve klibi seyretmekten kendimi alıkoyamadım.

Ben buraya ekleyeyim, göremeyen dolaşıp bir yerlerden baksın.



Burada, 1992 tarihli filmden sahneler var. Asıl, bir kırmızı elbiseli performans var ki, herkesin dilindeki o, ya da sahnedeki canlı performansı tercih edebilirsiniz.

Biliyorum, yazı bu kadar uzun olunca kimseler okuyamayacak, yine de bu kadar atıf yaptıktan sonra diğer Bronte Kardeşler Charlotte ve Anne'dan, onların hayranlarından, adlarına kurulan müzeden söz etmemek olmaz.
Onun için buraya bakabilirsiniz.

Evet, buraya kadar!
Süremiz doldu, ders bitti, dağılabilirsiniz.

Not:
Koyu renkli satırlarda ilgili kaynaklar var, tıklayıp altını görebilirsiniz.

.

Cuma, Aralık 19, 2008

BÜYÜMEK ZAMANI

Biraz önceydi. İçi katılarak, haykırarak ağladı.
Annesi iki gündür ona küs gibiydi. Gibi değildi, küstü.
Bu küsmelerin nedenini çoğu zaman bilemezdi, çocuk.
Anne küser, surat asar, konuşmaz, yüzünü çevirir.
Neden?
Küser, çünkü, öyle öğrenmiştir.

-Anne, kardeşime gitmiyorum bu akşam. Eve gelirken almamı istediğin bir şey var mı? Gelince çorba yapayım mı?
- Benim çorbam var.
-Peki, bana da yetecek kadar var mı, yanına bişey yapayım mı, evde pazı var.
- Bana yetecek yemeğim var.
-Ben de yiyemez miyim, anne? Birlikte yerdik, otururduk.
- Benim yemeğim var.

Eve dönerken balık görür, alır. Eve gelince, uğrayıp kapısını çalar.
-Anne, maydanos istemiştin, aldım.
- Kapıcıya aldırdım, ben.
-Bana söylemiştin diye aldım, hamsi de aldım. Yapayım, birlikte yiyelim.
- Üç tane köftem var, çorbam da. Onları yiyeceğim.

Başını televizyona çevirir, çocuğunun yüzüne bakmaz.
Anne yine cezalandırmakta. Çocuk bunu hak edecek ne yapmıştı?
Annecim canım, yine neden küssün, ne yaptım, neden surat asıp oturuyorsun, yüzüme bakmıyorsun?

Can sıkıntısıyla gittiği evinde, otomatiğe bağlanmış gibiydi. Giysilerini değiştiriyordu; sokak halinden ev haline geçerken birdenbire çözüldü ve haykırarak ağladı.
"Neden anne, neden?" diyordu. Gırtlağından çıkan seslerden, korktu. Yavaş yavaş sakinleşti. Ama gözyaşları bir süre daha sessizce aktı, yanaklarından.

İçinden geçenleri, dışına çıkarabilse neler söylerdi acaba?


Annem bana küsüyor.
Annem bana küsüyor.
Annem bana küsüyor.
Annemin bana küsmesi, onun istediği gibi olmam için bana küsmesi, onun istediği gibi davranmam için bana küsmesi, onun istediği gibi olmadığım, onun istediği gibi davranmadığım için benimle konuşmaması bana çok ağır geliyor.
Eskiden beri annem bana küser.
Eskiden beri annem bana küsmesin diye, onun istediklerini yaparım.
Annem küstüğü zaman benimle konuşsun diye ondan özür dilemem gerekir. Annem beni çok başarılı şekilde "suçlu çocuk" olarak yetiştirdi.
Kendisi de "suçlu çocuk"tu. Ben onu anlıyorum, ona hak veriyorum. Onun kendi yaşadıkları nedeniyle bana davranışını hoş görüyorum. Yine de annem bana küstüğünde, halen daha ve yine küstüğünde artık bu bana çok ağır geliyor. Bağıra bağıra ağlıyorum. Haykırıyorum. Çığlık atıyorum. Hiç işe yaramıyor. İçimdeki acıyı, annesiz bir çocuk olmak acısını çıkaramıyorum.
Küsen annem, beni baştan suçlu sayıp cezalandıran annem, hayatımı kendisine göre ayarlamam gereken annem, beni acıtıyor.


Ben kendimi bildim bileli, annem hastalanırdı.
Annem neden hep hastaydı?
Tabii ki, benim suçumdu.
Ben söz dinlememiştim, annem bana küsmüştü, sonra annem hastalanmıştı.
Annem hastalanınca, ben kendimi kötü hissederdim.
Annem iyileşsin diye dua ederdim.
Annemin istediğini yapardım, iyi çocuk olurdum.
Hem iyi çocuk olur ve hem yine kötü olurdum; tırnaklarımı yerdim. Hep iyi çocuk olmaya çalışmak bana çok ağır gelirdi. Hırsımı tırnaklarımdan çıkarırdım; kendimi yerdim, yani.
Peki, annem iyileşir miydi? Bazen evet, biraz iyileşirdi. Bazen, kendini feda edip gecesini gündüzüne katarak yaptığı süslü giysilerimiz çok beğenildiğinde, derslerimizden iyi not aldığımızda, sessizce kardeşimle oyun oynandığımızda, annem iyi olurdu. Olabilirdi. Sonra, yine, yine, yine, yine hastalanırdı, hastalanırdı.
Ben hasta annemin annesi olurdum.
Aslında, benim annem yoktu.
Annemin beni koruması kollaması gerekirken, ben hep onu gözettiğim için, benim annem hiç olmamıştı.

Annesiz olmak, beni nasıl yaptı, bilir misiniz?
İnsanlar, beni kabul edecek mi, diye tetikte beklemem ondan.
Sesimi çıkarmadan olacakları gözleyip, sıramı beklemem ondan.
İstediğimi söylemeye cesaret edemeyişim ondan.
Hayatımdaki her insanı korumam, kollamam, karşılık gözetmeden açık çekle sevmem ondan.

Annem beni seviyor.
Annem beni kendince seviyor.
Annem beni kendisinin istediklerini yaptığımda seviyor.
Annem beni kendi irademi hiçe saydığım zamanlarda seviyor.
Ben, kendim olmak istiyorum. Onun dediklerini mecburen yerine getiren olmak istemiyorum.
Neden, onun beni sevmesi için, önce benim kendimi ona sevdirmem gerekiyor?
Neden, ben iyi huylu, iyi niyetli, anlayışlı, akıllı olmalıyım?
Neden, bütün bunlar bana verilmeden benden istensin?
Bana öğretilmeyeni nasıl yanlış yaparım?
Neyi yanlış yaptığımı anlayıp düzeltene dek, uğradığım zaman kaybının bedelini kim ödeyecek, bana?
Peki, yaptığım neye göre yanlış ve ben onu neye göre düzgün hale getirmeliyim?


İçindeki çocuk, ogün büyüdü.
Ama, önce çok kırıldı.
İlk günden beri kendini annesine sevdirmeye çalıştığını, ancak bunun beyhude bir çaba olduğunu ağladığı gün tam olarak anladı.
Onun annesi hiç olmamıştı ki. Neden mi?
Onu doğuran kadın, kendi doğurduğunu karşılıksız sevmeyi becerememişti.
Anne, can verendir. Can vermek, hayatı anlamlı kılandır. Can vermek, bir karşılık gözeterek yapılmaz.
Oysa onun annesi hiç olmamıştı.
.

NEREDE, NE ZAMAN, KİME?

Doğum günü şenliklerim devam ediyordu. Yemekteydik, laflıyorduk. Söz nerden geldiyse, Leonard Cohen'e dayandı.
Bayan D. miydi ilk, yoksa Bayan P. mi, dedi ki, "Leonard Cohen bir röportajında, şarkı yazma anıyla ilgili olarak bazen bir intikal oluyor ve o ana itibar ediyorum demiş. Bu sözün orjinalini merak ettim, sen bulursun."
Hoppalaa! Buyrun, yine bilirkişi ilan edildim.
"Olur, bakayım" dedim.
Valla baktım da, ancak bulamadım.

Son umut, belki bir rastlayan ve de bilen olur diye, bu soruyu buracıkta açık edeyim dedim.

Haydi arkadaşlar, göreyim sizi, yüzümü kara çıkarmayın!



Leonard Cohen - First we take Manhattan


Sonuç ne olursa olsun, kulağınızın pası silinsin diye buyrun, burdan dinleyin.

.

Perşembe, Aralık 18, 2008

MOR HAVUÇ

Geçen hafta, tatilin son günü, oğlumla pazara çıktık.
Birkaç kilo meyve alıp dönmek niyetindeyken, "ah, kesme hamur varmış", "trabzon hurması da alalım", "datça bademi, bu" diye diye, ellerimiz kollarımız dolu döndük. Oğlum, "anne, ne kadar ilginç yabansı kokuyor, pazar yeri" diye beğenisini belirtince, mest oldum.

Bu arada, şekli havuca benzeyen, rengi ise pancarı andıran bir sebze (olsa gerek) gördüm. Satıcıya sordum, "nedir?" diye. "Abla, şalgam bu, Urfa'dan geliyor" dedi. Almaya niyetlendim de, ne yaparım ki? Satıcıya sordum "peki, ne yapılıyor, suyu mu çıkarılır?" "Ne istersen yap, abla. İster suyunu çıkar, ister rendele ye!"
Aldık morları, geldik eve.
Hemen konunun uzmanına danıştım, yerel özelliklerle ilgili bilgi aldım.

Bu akşam, denk düştü, onu ve bizim "havuç" diye bildiğimiz havucu rendeledim ve kıvırcık katıp, turpla süsleyip, salatasını yaptım.
Buyrun burada:


Büyüttüğünüzde yakından görebileceğiniz gibi, mor lahana gibi duranlar, pırçikli, yabani havuç, şalgam her ne ise, o işte. Anladığım, Urfa'da veya Adana'da şalgam suyu yapılırken rengini veren, bu pırçikli. Çünkü, rendelerken parmaklarım mora boyandı ve halen daha morlar. Olsun, varsın. Yediğimiz salatanın lezzetine değdi, doğrusu.

Aşağıdaki bilgi, fikrinizi aydınlatır, umarım. Üzerini tıklarsanız, birkaç havuçlu tarif de bulabilirsiniz.

Araştırmalar gösteriyor ki yabani havuç ilk olarak Asya’da ortaya çıktı. Koyu mor rengindeki bu yabani bitki acımsı, damağa pek de hoş gelmeyen bir lezzete sahip olduğundan pek itibar görmedi.
15. yüzyıla kadar havucu bugün bidiğimiz haline getirmek için yoğun çabalar sarf edildi. Ve nihayetinde, Hollandalı botanikçiler bunu başarabildi. Bu büyük başarı, o dönemde Avrupa’da çok ses getirdi.

.

AYNI ANDA UZAK ÜLKEDE...

Yağmur serpiştiriyor, doğrusu serpiştiriyor gibi yapıyor.
Havanın rengi kurşun mu, füme mi? Acayip.

Uçsam baksam, şu anda ne yapıyorlar? Uçamıyorum da, gelen e-postayı okuyorum.
Uzak kıtanın kuzeyindeki ülkede, bu sene ilk kar Aralık'ta yağmış. Kasım, uzun sürmüş sonbahar havasındaymış. Eh, burada da öyleydi. Tatil için, kıtanın ortasındaki, farklı denizlere komşu ülkenin bilinmedik kumsallarına gitmişler. Çok memnun kalmışlar.

İmrenmenin ötesine geçip, haset eder hale gelmiştim ki, tepeme dikildi ve şikayetçi ses tonuyla "toplantı odasında sadece toplantı masası olsa..." dedi.
İsteksizce başımı kaldırıp "olabilir, nasıl düzenleyeceğiz?" soru-cevabını verdim.
Bunun üzerine, "öyle olsa, böyle yapsan, zaten herşey ters gidiyor" konulu bir monolog dinlemeye başladım.
Anladım ki, arıza çıkarma moduna geçmiş, "sonra konuşsak" dedim.
Uzak ülkelerin sıcak denizlerini hayal etmeğe devam etmek istiyordum.
Gitti.
Beş dakika sonra tekrar geldi.
İşi yok herhalde.
Kafaya takmış, bana onaylatacak ve üstelik herşeyi ben gülistan edeceğim.
Hey Allahım, sabır!
Üçüncü dakikada sabır tükendi, "istemediğim bir şeyi yapmam için zorlamaya devam edeceksen, gidiyorum" dedim.
Sakince hazırlandım.
Onu, suratını asmış ve pofurdarken bıraktım.
Meydana çıktım, dolmuşa bindim.
Islak gri havanın örtüsünü üstüme çekip, onu ve herşeyi unutmak için uyuklamaya başladım.

.

Çarşamba, Aralık 17, 2008

DİNLEYİN




HEM DE SESİNİ AÇARAK.

Bulursanız şu filmi izleyin: RHAPSODY


EK: Çok kısa kesmişim lafı, biraz açayım. Bu piyano eserini ilk kez bu filmde dinlemiş ve filme hayran olmuştum. Şimdi düşünüyorum da, müziğe hayran olduğumdan filmi sevmiş olmalıyım.

.


Salı, Aralık 16, 2008

YER ELMASI


Hani geçen gün, size, sabah sabah karşıma çıkan çiçekleri göstermiştim ya, işte bugün o bitkinin toprak altındaki kısmından, yumrularından yemek yaptım.
Yaa! Meğerse, bildik bir sebzenin çiçekleriymiş onlar: Yer elmasının.

İşte, yukardaki de zeytinyağlı pişirilmiş yemeği. Havuç, kuru soğan, bir mandalina ve yarım limon suyu, bir tutam un, tuz, şeker eklenerek.
Afiyet olsun.

.

Pazartesi, Aralık 15, 2008

HANGİ TARAFTAN BAKARSANIZ...

Gün boyu kutlamaları kabul ettikten sonra, akşamın bir vakti, bebelerimle sarmaş kurmaş oturuyordum ki, telefon dili-lili-dili-lili dedi.
Hattın diğer ucunda, bir dost;
"Hep-pii börtlen tu yu, hep-pii börtlen tu yu, hep-pi börtlen mister pırezidant, hep-pi börtlen tuu yuuuu!"
diyerekten şakımakta.


Videoyu her gördüğümde, kendisi onuruna şarkı söylenen, ona şarkı söyleyen, o ikisinin ilişkileri, durumları, kaderleri vs. vs. diye düşünüp, dertlenen bendeniz, bu defa, dertlenmek ne kelime makaraları koyverdim, güldüm.


Bakın, şu şarkı:

Pazar, Aralık 14, 2008

HAYAT PİŞİRİLİR Mİ?


İf İstanbul 2008'in programında -sanırım kar yağışı yüzünden- kaçırdığım bir film vardı, dün gece DVD'den izledim: "How to Cook Your Life?/Hayatınızı Nasıl Pişirirsiniz?".

"Pirinci yıkarken pirinci yıkayın, havuçları doğrarken havuçları doğrayın, çorbayı karıştırırken çorbayı karıştırın." diyor Zen ustası ve aynı zamanda usta aşçı Edward Espe Brown. Devam ediyor: "Yemek pişirirken yalnızca yemek pişirmezsiniz, yalnızca yiyeceklerle değil, kendinizle ve başka insanlarla uğraşmaktasınızdır."

Alman yönetmen Doris Dörrie, ustanın derslerine katılıp, onu dinledikten sonra bu filmi yapmış.
İlk bakışta ve jenerik olarak, film bir belgesel. Beri yandan, pek çok drama taş çıkaracak duygu yükleriyle bezenmiş, aynı zamanda.
Zen inancı, Budizm hakkında ayrıntılı bilgim yok. Filmi seyrettikten sonra, bir Zen tapınağına gitme isteğine filan da kapılmadım. Yine de, filmde Zen ustasının anlattıkları, önerdiklerinden etkilendim. Bunlar, bana hiç de yabancı olmayan düşünceler ve duygular.

İnsanı, yedikleriyle tanımlayabilirsiniz. Yani, her gün hamburger yiyen birisi nasıl biridir, hiç düşündünüz mü? Hayatı nasıl algılar, hangi hızda yaşar? Yemek yeme hızı, yediğinin tarzı onu nasıl etkiler?
Her gün, size paket halinde verilen, nasıl ve hangi malzeme ile hazırlandığını bilmediğiniz, yanında acayip bir sıvı ile yuttuğunuz bir "şey"i yiyor olmanız, hayatı da bu şekilde paketlenmiş ve nedenini, nasılını bilmeden yaşayıp gitmeniz sonucunu doğurmaz mı?

Şuradan, filmle ilgili görüntü ve bilgilere ulaşabilirsiniz.

Yemekle, yeme içme kültürüyle ilgiliyseniz, bu filmi izlemenizi öneririm.
Yemek yolculuğuyla ilgili keşifleriniz, kendinizi keşfetmenize de yardım edecektir.

.

GÖRGÜSÜZLÜK MÖRGÜSÜZLÜK...

Blog işlerine bulaşalı, görgü mörgü hak getire, kardeşim!
Yediğimi, içtiğimi, gezdiğimi, gördüğümü, konuştuğumu, düşündüğümü yazıp dururum.
O yetmedi, ayakkabı fotoğrafı çekip, onu bile gösterdim.

Görgüsüzlük mörgüsüzlük, amma ve lakin dayanamıyorum, bunu da yapacağım.



Şu gördüğünüz imza, canım yeğenlerim tarafından, anne babalarının kışkırtmaları ve işbirliğiyle, bir süre beraber kuyruk bekledikleri sırada, benim adıma alınıp, erkendoğumgünü hediyesi olarak getirilmiştir.
Daha ne olsun?!
Eh, "Sevgiyle," "NBCeylan" ın üst sırasında adım yazar da, Ekmekcikız olmayanı. Dolayısıyla, o satıra sansür uyguladım. Sansürü fotoşop-mop kim becerecek, görüntü biraz bulanık oldu, ama, öyle çekiverdim.



Bakın, bu da diğer bir armağan.
T.Elmacığım getirdi. Ne güzel bir kahve likör sohbeti yaptık kendileriyle, keyifle. Bugün için hiç böyle bir planım yokken, harika armağan oluverdi, bana.



Armağanlardan söz açılmışken, üç gündür tepeyi süsleyen gülleri unutmayalım. Onlar da canım Ozi ilen Şule'nin bayram armağanı. Nasıl da nazlı nazlılar, değil mi?

.

Cumartesi, Aralık 13, 2008

SAKAR KABAĞI

Durun, telaş etmeyin, hemen gugıllamayın.
Yok öyle bir kabak. Da, ben yapınca oluyor.


Tarifi çok basit:
Pazardan mis gibi turuncu renkli balkabağı alınır.
Kabaklar doğranıp, bir kaba konulur ve üstleri şekerle kaplanır. Bu halde, suyunu salması için buzdolabında bir gece bekletilir.

Ertesi gün öğlen vakti, "ahan da kabak pişecektim" diye çığrışılıp, kabaklar ateşe konulur. Sonra, kabak pişeyazar. "Hımm, biraz sulu kaldı, ateşin altını açayım da çeksin" denilir ve uygulanır.
Tam o sırada telefon çalar, bayan E. ile hararetli bir görüş teatisine girişilir. Telefon kapatılacağı ana denk gelen bir yanık kokusuyla, mutfağa seyirtilir ve de tencerenin dibine tuttuğu müşahade edilir(gözlenir, anlaşılır).

Dibine yanan kabağı kurtarmak için operasyon düzenlenir. Kabakların yanmaktan kurtulan yarısı, blender marifetiyle, tarçın ve buğday gevreği eklenerek, püre edilir.
Bu püre, kabın dibine yayılır. Bir avuç ceviz ve yarım avuç esmer şeker, blend edilir. Kabak püresinin üstüne yerleştirilir.
Tatlı yenirken, arzuya göre, küçük bir top kaymaklı dondurma ya da biraz taze krema ile süslenir.



Güngörmüş bir Rumeli kadınından duymuştum; "evladım, o kadar malzemeyi eklersem, pabucum da yenir!".
Benim sakar kabağı da biraz öyle oldu.

Siz en iyisi, kabağınızı yakmadan pişirin, tadını öyle çıkarın.

.

Cuma, Aralık 12, 2008

MÜZESİZ "MASUMİYET"


Hep duyarım; Zeki Demirkubuz, Masumiyet.
Anlatırlar; Haluk Bilginer'in bir sahnesi var, öldürür insanı.
Sonra, "Kader"i çekti Z.D., geçen sene sinemada gördüm. Nasıl da takıntılı, tutkulu, ölümüne bir aşkı anlatıyordu. Nasıl da içimi mengeneyle sıkan bir kader vardı, orada.
Deniyordu ki, bu Kader filmi o meşhur Masumiyet'teki kahramanların nasıl olup da o sona vardıklarını anlatmak için yapıldı. Bir tür ters-film.
Peki, neler olmuş Kader'in devamında? Masumiyet neyi anlatıyormuş?
DVD sini aldım ve seyretmek için uygun zamanı kollamaya başladım.

Taa ki, bu güne dek.
İşte, bu günün sonunda "Masumiyet"i seyrettim.
Duyduğum her şey doğruymuş, anlatılanlar eksikmiş bile.
"Masumiyet" çok güzel bir film; diliyle, anlattığıyla, ifade şekliyle, oyuncularıyla, toplumsal gözlemiyle...
Z.K., konuşurken, bir türlü meramını kısaca toparlayıp, anlatamayan bir insan. (Hayır, hayır! Çamur atmak için söylemiyorum, DVD'nin sonundaki röportajı izledim, oradan biliyorum.) Fakat, film yönetimindeki başarısının bu konuşma sıkıntılı, sıkıcı haliyle uzaktan yakından ilgisi yok.
Yönetmenin diğer başarısı da, Haluk Bilginer'in oynadığı Bekir'in -kırdayken Yusuf'a anlattığı- Uğur'a nasıl tutulduğuna dair hikaye. On dakikalık bu tirad, bir filme damgasını vuruken, diğerinin tüm çatısını oluşturuyor. Hem de ne başarıyla.

Bu iki filmi seyredin. İster yapım tarihi sırasıyla, ister olay tarihi sırasıyla.
Sinemamız için önemli kavşaklara tanık olacaksınız.



.

"GİTMEK" KONULU KOMPOZİSYON

Bazen, hayat insanı ardarda sınavdan geçiriyor.
Benzer sıkıntılar ya da zorluklar üstüste geliyor.
Artık kozmik güç mü dersiniz, kader mi, yoksa sadece raslantı mı, o herneyse, benzer durumlarla başbaşa kalıveriyoruz.
Bu durumların bazısı, adamakıllı zorlu olabiliyor. Bazısı pek de kendini hissettirmeden geçiyor. Bazen, her şey olup bittikten sonra, benzerliğin ayırdına varıyoruz.
Soyut konuşmayı bir türlü beceremem. Bu felsefi takılışın nereye bağlanacağını merak ediyorsanız, söyleyeyim: Bu sene, benim için gidenlere güle güle demek senesi oldu.

Gitmek, yeniye ulaşmak anlamında olduğunda insana esenlik verir.
Geride kalan için, birisinin kendisinden uzaklaşması, çoğu zaman üzücüdür.
Bazen arkada kalan için, gidenin yokluğu, öncesinde farkedilmeyen bir iyilik hali getirir.
Bazen, asıl zorluğu giden kişi yaşar.

Diyeceğim o ki, bu sene, gidenlerim oldu.
Evlilik bağım bitti, gidene güle güle dedim, huzura kavuştum, ferahladım.
Kardeşimle yakın komşuluğumuz bitti, onlar gitti, hepimiz üzüldük. Şimdi, yeni durumdan keyif almayı öğreniyoruz.
Ondört senedir çocuklarıma bakan, evi derleyip toplayan emektarımız, daha bayram öncesinde memleketine gitti, yine hüzünlendik. Dönüşünde torununa bakacak, artık bize gelmeyecek.

Her bitiş, yeni bir başlangıcın ışığını taşıyor.
Her gözyaşı, ardından gelecek gülüşü parlatıyor.
Bense, biten yılın muhasebesini tamamlıyorum; yeni başlangıçlara merhaba diyebilmek için.



.

Perşembe, Aralık 11, 2008

BAYRAM İLTİFATI

"Oh-ha anne! Taa, oraya kadar mı yürüdün?"

"Anne çüş! Sabah sabah oraya mı gittin?"

Haçan, yeni nesil uşakkalarun iltifatı böyledir, daa.

Eminim kızı, oğlu, bebesi, sıpası, uşağu, veledi -her ne ad veriyorsanız çocuğunuza- olan beni anlamıştır.
"Oh-ha" ve "çüş" artık, takdir ve yerine göre iltifat sözcükleri olarak kullanılıyor.
Bana öyle geliyor ki, bizim zamanımızda argo ifadeler daha yaratıcı idi.

İltifat konusu, dün sabah ve bu sabah yaptığım yürüyüşler.
Dün sabah, bebeler fosur fosur uyurken kalkıp yola koyuldum. Niyetim, sahile kadar inip, dönüşte kahvaltılık alışveriş yapıp, en geç bir saat içinde evde olmaktı.
Denize yaklaşırken, güneş iyice ısıtmaya başladı. Bir yandan da buz gibi rüzgar esiyor. Mis gibi, pırıl pırıl, sağlam bir hava. Birazcık deniz kenarından yürüyüp, içime deniz havası çekmek istedim. Bir de baktım ki, sahildeki büyük marketin olduğu yerdeyim ve bir saat dolmuş bile. Hemen alacağımı toparlayıp, atlayıp taksiye eve döndüm ve ilk iltifatımı aldım: Oh-ha!

Bu sabah balkona kafamı uzatıp, havanın dünkü gibi olduğunu anlayınca, uzun yürüyüşe baştan niyetlendim. Evden çıkarken i-podumu da aldım ve müzik dinleyerek Fenerbahçe Parkı'na kadar yürüdüm.
Kış hüznü çökmüş, tenha, sarı yapraklarla ve çıplak dallarla dolu parkta bir tur atıp, sevgili erguvan ağacıma da selam sarkıttım.

Eve dönüşüm onbeş dakika sürdü. Hayır. Tabii ki, uçmadım. Malum, taksi denen bir ulaşım aracı var.

Bugünkü iltifata gelince; sanırım o, dünkünden daha kuvvetli bir takdir taşıyor, öyle anladım.




Fenerbahçe Parkı.
Fotoğraf, sadece altı ay öncesinden...


.

Çarşamba, Aralık 10, 2008

BAYRAM MİSAFİRİ


Tanıştırayım yakışıklıyı, Sarma.
Vakt-i zamanında, kendisine Sarman demek isteyen küçük bir kızın eksik söyleyişi, zamanla onun adı olmuştu. "Sarma" oradan.
Eski komşumuz küçük kızlar, anne babasıyla tatile gidince, Sarma eski evine geldi. Biz evdeyken de, bize misafir oluyor.
Doğrusu yerini hiç yadırgamadı, halinden pek memnun.



.

Salı, Aralık 09, 2008

BAYRAM GEZMESİ



Bugün hava deliydi.
Sabaha karşı başladı yağmur.
Öğleden sonra, şu yukardaki gibiydi gökyüzü.
Akşamüstü gün batımında, Boğaziçi'nde Anadolu yakasındaki camlar kızıla boyanıyordu.

Bilmeyen için açıklama: Gün batımında hava güzelse, güneş karşısına düşen camları, yangın varmış gibi kızıl-turuncu parıldatır.

.

Pazartesi, Aralık 08, 2008

BAYRAMINIZ KEYİFLİ OLSUN!


Sevdikleriniz yanınızda olsun.
Sevmedikleriniz kafanızdan uzak olsun.

Çok gülün, hasret giderin.
Dinlenin, enerji depolayın.

Tatlı yiyin, tatlı konuşun.
Sokaklar boşken salınarak gezin, trafiğe takılmayın.

Bayram anılarınız hoş, keyfiniz yerinde olsun!





.

Pazar, Aralık 07, 2008

TEŞEKKÜR EDERİM

Teşekkür ederim: Nevizade akşamını isteyen gönüller için,
Teşekkür ederim: Mezeler ve sohbet için,
Teşekkür ederim: Keyfini çıkarıp türkü çığırmak için,
Teşekkür ederim: Eve dağılacakken son anda yapılan manevra ile girilen bardaki danslar için,
Teşekkür ederim: Neş'e, dostluk ve sevgi için.

.

Cuma, Aralık 05, 2008

"OURANİA"DAN

..."Eski bir saplı tencereyle bir tokmak aldı ve beni kampın, kovanların bulunduğu üst kısımlarına götürdü. Bir kayanın üstüne çıktı ve olduğu yerde yavaş yavaş dönerek tokmakla tencereye vurmaya başladı.
Ve ben ömrümde görmediğim, gözlerime inanamadığım bir şey gördüm. Dört bir yandan arılar üşüştü, dağın tepesinden akan kapkara ırmaklar gibiydiler. Jadi'nin etrafında dönüyorlar, Jadi ise tencereye vuruyor, tatlı bir gümbürtü yükseliyordu. Arılar dönüyordu, binlerce kanatın vızıltısını duyuyordum, içimi ürperten tiz bir uğultu. Kıpırdamaya cesaret etmeksizin bakıyordum. Arılar birbiri ardınca üstüne kondu, omuzlarına, göğsüne, ellerine, bu arada o da sanki onlara büyü yapıyormuşcasına, gitgide yavaşlayan bir tempoda tencereyi çalmaya devam ediyordu. Sonunda heryerini kapladılar, o da tencereyi çalmaya son verdi ama gırtlağından sesler çıkararak onlarla birlikte vızıldadığını duydum, onlarla konuşuyordu, onlara ahımm, ahımm diyor, koyu renkli kabuğu olan bir ağaca benziyordu, binlerce ayak ve kanadın hareketi altında derisi hareket ediyordu, uzanmış kollarıyla bir ağaç. Tencereyle tokmağı uzağa fırlattı, arılar yüzünde, gözkapaklarında, ağzında yürüyordu. Uzun süre kıpırdamadan öylece kaldı. Ben ona bakıyordum. Sonra arılar öbek öbek, dağılan bir duman gibi yavaş yavaş uzaklaştılar. Son kalanlar da gidince Jadi kayadan indi. Salak bir halim olmalıydı, çünkü karşıma geçmiş gülüyordu. Bana sırrını gösterdi, gömleğinin cebine sakladığı arı beyi. Tekrar köye indik. Bu olaydan sonra, insanın sadece gözlerine inanmaması gerektiğini anladım."...

Jean-Marie Gustave Le Clézio
Ourania

Çeviren: Aysel Bora
Merkez Kitapçılık
Kasım 2007

.

Perşembe, Aralık 04, 2008

SOĞUKKANLILIKLA / IN COLD BLOOD

Geçende, "GECEDE KÖPEK SESİ" başlıklı bir yazı yazmıştım. Nedense, google tıklaması ile en çok ulaşılan yazılardan biriymiş gibi gözüküyor. İlginç! Truman Capote'yi çok umursayan olduğunu sanmıyorum, köpek sesi takıntımız var anlaşılan. Yazıya sebep olan alıntı, Capote'nin "Yerel Renkler" isimli gezi-anı kitabındandı. Burada, kitaptan bazı bölümlerin aktarıldığı bir yazı var.

Capote'yi ilk kez 1985'de okumuşum. Çimen Türküsü romanının ilk sayfasına "Mayıs, 1985, İstanbul" yazmışım, çünkü. Şimdi, anlat, deseniz kem küm ederim konusu hakkında. Hatırladığım, kitabın ve özellikle adının hoş bir lezzet bıraktığı.

Sonra, Bennett Miller'ın yönettiği Capote filmini seyredene dek, kendisiyle bir ilişkim olmadı. Seyrederken çok etkilendiğim, özellikle oyuncularını beğendiğim bir filmdi. Filmin ana öyküsü Truman Capote'nin "Soğukkanlılıkla" kitabının yazılışıydı. Amerika'nın derin kalbindeki anlamsız cinayet, zanlıların kişiliği, yazarın onları algılama şekli ve bunu aktarışı, filmde başarılı şekilde anlatılıyordu.

Filmden sonra, ona öncülük eden kitabı merak ettim. Yine de, bir süre, sert bir cinayet romanı okuyacağım kuşkusuyla kitaba yanaşamadım. Nihayet cesaret bulup aldıktan sonra, daha bir süre kapağını açamadım. Sonunda okuduğumda hayran kaldım; yazarın tarafsız gözlemci anlatımı, olayın garipliği, kurbanların kimliği, zanlıların birer kaybeden-kader mahkumu olarak görülebilecekleri, kendinizi kitabın tüm kişileri yerine koyabilme ihtimaliniz...

Şimdi okumak istediğim Capote kitabı, Tiffany’de Kahvaltı. Soğukkanlılıkla'yı okuduktan kısa bir süre sonra, filmini bir geceyarısı sinemasında TV'de görmüştüm. Öğrendim ki, film kitaptan farklı hale getirilmiş. Kısmen, Audrey Hepburn'un ününe, güzelliğine kurban gitmiş. Ondan bize geçen güzellik hissi ve duyduğumuz hayranlık kitabın aslının gürültüye gitmesini biraz affettiriyordur, belki. Bir de filmin ünlü melodisi Moon River var, hep dinlenen, hatırlanan.




.

"NİNDA"DAN ESİNLENEREK EKMEK YAPMAK

Huysuz Sopranomuz, Hitit kültürünün yeme içme yansımasını anlattığı yazısında bir de ekmek tarifi veriyordu.
Bugün için aynı malzeme evde yok. Onun yerine ne olur, bunun yerine ne koyayım, bir de şu olsun diyerek, bir ekmek yaptım. Yukardaki linkteki tarifi okuduysanız, asıl tariften çok uzağa düştüğümü düşüneceksiniz. Eh, haksız değilsiniz.
Sonuca gelirsek, her lokmada üç farklı tat almak nasıl olur denemek istiyorsanız, tarifimi uygulayın ve kararınızı kendiniz verin.
Benim kararım, gelecek defa, daha küçük boyutta ekmekler yapmağı denemek.

NİNDA

MALZEMESİ

* 2 su bardağı normal un,
* 1 su bardağı mısır unu,
* 1 su bardağı çavdar unu,
* 1 su bardağı irmik,
* 2 tatlı kaşığı toz maya,
* 1 çay kaşığı deniz tuzu,
* 2 tatlı kaşığı esmer toz şeker,
* 400 ml. peynir altı suyu(açıklaması altta),
* 150 gr. beyaz peynir,
* 100 gr. mihaliç peyniri,
* 1/2 su bardağı çekilmiş iç ceviz,
* 1/2 su bardağı çekilmiş kuş üzümü,
* Üzerine sürmek için bol susam

YAPILIŞI

Daha önceki ekmek tariflerimden elde hamur yoğurma önerilerine bakabilirsiniz.
Bu defa, ben başka işlerle uğraşadurayım, hamuru makine yoğurdu.
Sonra, yağlı kağıt serdiğim iki cam kaba hamuru aktarıp, yarım saat kadar, tekrar kabarmasını bekledim. Fırına vermeden önce, üzerine susam sürdüm.
Kabarmış hamurları önce 200 derecede 20 dakika, sonra 180 derecede 20 dakika daha kızarana dek pişirdim.
Soğuması için, tel ızgaraya aldım. Ilındıktan sonra, dilimledim.


*Peynir altı suyu benim imalatımdır. Zeren'in ve Funda'nın tarif ve destekleriyle lor peyniri yaptım. Nefis oldu. Zeren ayrıca, peynir altı suyunu ekmek yapımında kullanmamı önermişti. Ninda yaparken, eklenecek en uygun katkı, budur dedim ve peynir altı suyunu kullandım.

.

Çarşamba, Aralık 03, 2008

ANSİKLOPEDİ OKUMAK

Yıllar önce bir hanımefendi tanımıştım. Bir kaç zaman önce, çok yaşlandığı için, bu dünyayı terk etti.
Bu eski İstanbul hanımefendisi, on seneden fazla zaman, sadece aynı yatakta yatıp, yanıbaşına yığdığı ansiklopedi ciltlerini defalarca, tekrar tekrar okur ve sigara içerdi. Bu garip alışkanlığı, çoğu kişiye tuhaf gelirdi. Ben yagırgamazdım.

Meydan Larousse yayınlanmaya başladığında, fasiküller halinde satılıyordu. Aklımda kalan, fasiküllerin her hafta çarşambaları yayınlandığı.
Babam, eve gelirken getirirdi, hemen karıştırır, maddelerine sırayla bakardım. Bir kaç cilt bu şekilde alındı. Sonraları, her bir cildin fasikülleri tamamlanıp bittiğinde gönderilmek üzere bir abonelik sistemi oluşturulmuştu. Bu defa, postadan çıkacak ansiklopedi paketini maddelerine göz gezdirmek, resimlerine bakmak için beklemeye başlamıştım.
Yıllar boyu, ders çalşırken veya merak ettiğim bir soru aklıma geldiğinde larus ciltlerini karıştırdım, durdum.
Ciltlerin üstündeki, o ciltte hangi harfler arasına ait bilgi bulunduğunu gösteren tuhaf bölümlenmiş harf dizilerini ezbere bilirdim; -dübr/gari-, -mono/peda-,... gibi.

Çocuklar okula gidip, ödev yapmak için araştırma yapmaları gerektiğinde, eski günlerdeki alışkanlığımla ilk yaptığım, ansiklopediye bakmaklarını önermek oldu.
Heyhat!
Ne ansiklopedisi, ne kitabı?
Bizim bebelerin nesli internet kuşu oldukları için, benim önerilerime kulak asan olmadı. Arada, "değişik bilgi bu, okuyun" diye ellerine tutuşturduklarıma da yüz verilmedi. Keyifleri bilir.
Yıllarını sadece ve yalnızca ansiklopedi okuyarak geçirmiş bir insanın varlığını bilsinler, unutmasınlar istedim.





.

Salı, Aralık 02, 2008

NE DİYORSUNUZ?



İnanın ben masumum!
Şu yukardaki akla ziyan videoyu koymama sebep, akşam yemekte çocuklarımın birden aşka gelip -yukarda tıkladıysanız- dinlediğiniz şarkıyı söylemeye başlamalarıdır.
Meğer, bu bir fenomenmiş.
Dünyada, yedi milyon küsür insan tıklamış şimdiye dek. Hindistan'da bir buçuk milyon satmış. Şarkının sözlerini, anlamını filan da öğrenmek isterseniz şuracığı tıklayınız.
Çok eğlenceli; Tunak tunak tun, tunak tunak tun, tunak tunak tun, da da da...

.

TRABZON HURMASI / DİOSPYROS

Tam yirmi sene önceydi, kesin hatırlıyorum. Yurtdışına taşınacağı için iki-üç sene önce aldıkları ev eşyasının bir kısmını elden çıkarmak isteyen kuzenimin evine, eşya bakmaya gitmiştik. Evleniyorduk ve pek paramız yoktu. Bir de isyankardık; kimselerden yardım, destek filan almıyorduk. Yardım edeceğiz diye, işimize burunlarını sokarlar, müdahale edip "şöyle yapın, böyle edin" derler korkusundaydık. Elden çıkarılacak, genç insanların zevkine uygun eşyayı satın alma imkanı, bir anda, dolu sıkıntımızı yok ediyordu.
Kuzen, Tarabya'da bahçeli evlerle dolu bir semtde oturuyordu. Eşya seçme, alma, taşıma seferlerimiz sırasında -yine aynı mevsimdeyiz- kocaman turuncu meyveler sarkan upuzun ağaçlar gördüm. Nedir bu, sorumun cevabı Trabzon hurması olunca, şaşırdım. Hurma ve Trabzon bağdaşamayacak iki kavramdı, kafamda.

Eh, o zaman değil ekşisözlük, vikipedi filan, internet bile yok. Şimdi goggleamucaya bir tık deyince, envai çeşit bilgi, resim dökülüveriyor ekrana.

Ekşi'de demişler ki; "...buna trabzon hurması denilmesi, hurmanın trabzon'dan çıkmasından kaynaklı değil de, saraya sunulan envai çeşitli meyvelerden karadeniz'de üretilenlerin trabzon limanından gönderilmesi nedeniyleymiş. ülke bazında üretimde çin birinci sırada. avrupa ülkelerinin çoğunda da mevcut. bizdeki oran diğerlerine göre düşük olmakla birlikte yine de fena sayılmaz. birkaç çeşidi var..."

Diğer bir yazar "... sonbahaharda yapraklarını döküp, üzerinde koca koca yemişleri ampül gibi sallandıran güzel ağaç. meyvelerin kahverengi çekirdekleri vardır; çekirdek kırıldığında içinden kaşık şeklinde beyaz bir şey çıkar..." yazarak, benim kafamdaki tanımı aktarmış, adeta.

Meğer, Trabzon Hurması'nın anavatanı Çin'miş.
Türkiye'ye hangi tarihte getirildiği bilinmiyormuş, çok eskiden beri trabzonhurması yetiştiriciliği yapılıyormuş. En çok Akdeniz Bölgesi'nde olmakla beraber, daha serin bölgelerde de, özellikle Karadeniz, Ege ve Marmara Bölgeleri'nde yetiştiriciliğine rastlanmaktaymış.

Asıl, hoş ve tamamen katıldığım bilgi aşağıdaki:
Trabzonhurmaları Diospyros cinsine girer. Diospyros'un kelime anlamı; Dios (Baştanrı, Jupiter) ve Pyros (dane) kelimelerinin birleşmesi ile meydana gelmiş olan "tanrıların yiyeceği"dir. Meyvelerinin görünümlerinin güzelliği ve tatlarının mükemmelliğinden dolayı bu ismi almıştır. *

İşte, yirmi sene önceki o ilk tanışmadan sonra tadıp, görüntüsünden sonra lezzetine de hayran kaldığım Trabzon Hurması'nın mevsimi geldi, yine.
Hiç denemediyseniz, rengi turuncuya çalmış ve eti yumuşamış olanlarından bir-iki tane alıp, deneyin. Aman ha, açık renkli ve sert olanını seçmeyin. Onların tadı öyle buruktur ki, tavsiyeme inanıp yediniz diye, söylenmenizi istemem.


Kasada bir çeşit iri domates gibi durduğuna bakmayın, ağaçtaki halleri aşağıda.




*Çok daha geniş bilgi edinmek isterseniz, üstteki paragrafa tıklayınız.

.