Cuma, Nisan 30, 2010

KOSMOS

Senenin filmi diyen de vardı, Reha Erdem'in en iyi işi diyen de. Kars'ı dekor gibi kullanmış, ama ne dekor diye hayranlıkla anlatan da.
Bu sözleri duyunca, beklentim iyice yükselmiş olarak, bir öğlen vakti işi hafifçe kırıp sinemaya sığındım.
Filmi seyrederken bir an, ben mi çok şey bekledim, yoksa abartıyorlar mı diye düşünürken buldum kendimi.
Film bitti. Bu kez, vayy, diyordum: Bir kez daha gitmeli, tadını çıkarmalı bu filmin!


Masal ki, nasıl güzel anlatılmış.
Gerçeküstü ki, aynı anda gerçeğin taa kendisi.
Aşk ki, öyle derin.
Kars'ta yaşanmış olan anlatılıyor, orası Kars değil.


Oyuncular, hiç tanımadığım daha önce görmediğim, tam o roller için yaratılmış gibi yüzler. Bazısı oranın insanı, bazısı profesyonel oyuncu; hangisi oyuncu, hangisi gerçek ayırt edilmiyor.


Reha Erdem, aklında olan hikayeyi Kars'ı görünce, cana getirmiş. Görüntü yönetmeninin kurduğu görsel dünya, yönetmenin tasarladığıyla tam örtüşmüş olmalı. Tam bir üslup bütünlüğü var.


Masal/hikaye akla ziyan ve o kadar inandırıcı:
Şifa dağıtan, bir şaman gibi yüce kuş sesleri çıkaran hatta uçan bir ermiş-hırsız.
Bu dünyadaki görevi zorunlu cellatlıkmış, hayvanları kesmekmiş gibi duran bir baba.
Bu babanın boğulmaktan kurtarılan küçük oğlu ve güzeller güzeli başına buyruk kızı.
Şehre yeni gelen, buraya sürülmeyi kendisine bir türlü yakıştıramayan ve hayattan alacakları nedeniyle başağrısından kıvranan öğretmen kadın.
Hiç dinmek bilmeyen bacak ağrısını dindirmek için evden kaçıp gizli saklı ilaç peşinde koşan baldız.


Hepsi simge, birer belirteç ve bir o kadar sadece canlı (insan değil sadece, hayvanlar da var) kahramanlar. Sadece o bile değil, uzay gemisi mi uçak mı olduğu belirsiz, yere çakılmış bir nesne.


Evet ya! Bütün bunlarla ne anlatılır, nasıl anlatılır?
Pekala anlatılıyor, hem de tamamen içine alıp gözlerinizi açık tutturarak. Gidip görün mutlaka! Belki o zaman "iyi film az seyirci çeker" kaderinin aşılmasına da katkınız olur.


Bakın, burada filmin linkini tıkladığınızda fragmanı seyredip, az bir fikir sahibi olacaksınız. Sanırım...


Bir de şu yazıları okumak isteyebilirsiniz:

Fatih Özgüven Kars'a Düşen Adam


Uğur Vardan Sınırları Aş da Gel

.

KEUKENHOF

Boğaziçi Köprüsü'nden Anadolu tarafına geçtiğnizde sağ yamaçta, eskiden birkaç erguvan ağacı vardı.
Geçen sene Metrobüs hattı yapıyoruz diye sağı solu traşlarken, o ağaçların çoğunu sökmüşler. Keşke bir yerlere götürüp dikmiş olsalar ve onlar da tutmuş olsa.
Bu sene yeni oluşan yamaçcığa çiçeklerden bir çeşit dere yapmışlar. Şu aşağıdaki fotoğraftaki gibi, görünüyor biraz.


Bu gördüğünüz Hollanda'daki Keukenhof bahçelerinden.
Şuraya bir tık derseniz, binbir çeşit bitki oyuncağı göreceksiniz.
İnsanların bazısının derdi tasası bu, dünyada.
Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz, öyle mi?
Öyle zor ki buna inanmak!

.

Perşembe, Nisan 29, 2010

AY'A BAKMA EYLEMİ


Eleştirel Günlük, Hasan Hüseyin'den bir şiir yazdı: Köprü.
Şiirin içinde "ay" geçen dizeleri bana "bugün dolunay var!"ı çağrıştırdı. Yazdım, yoruma. Eleştirel, "Hadi aya bakma eylemi yapalim... Herkes sevgilisini yanina alsin ve dogan dolunaya baksin!" yazdı.
Bilmem eyleme katılım sağlandı mı, başarılı bir eylem oldu mu?

Ben kendi dolunayımı anlatayım:
Kaç gündür deli deli poyraz esmekte İstanbul'da. Öyle ki soğuk kış soğuğu kar soğuğu gibi, çok soğuk, çok çok soğuk, çip çok soğuk yazmış bir Sümüklüböcek günlüğüne.
Öyle! Soğuk ısırıyor.
Diğer yandan nasıl da parlak bir gökyüzü var bu sayede, bakarsanız göreceksiniz.

Gece ay yükseldikten sonra, (doğuşunu göremedim, malum akşam yemeği hazırlığı koşturmacası içindeydim) dışarının ışığı perdelerin altından sızıp odaların ışığını sönük bırakırken, çocuklar yatmış kitaplarını okurken, üstüme kalın birşeyler alıp balkona çıktım.
Aylardır oturulmamış balkon sandalyesine oturdum.
Tam karşımda ışıldayan dolunaya baktım.
Derken, çizgi filmlerde gördüğümüz gibi bir şey oldu: Çok yüksekten, aya değecekmiş gibi yükseklerden bir uçak geçti. Kimbilir nereden nereye taşıyordu yolcularını? Kuzeyden, Avrupa'nın kuzeyine yakın bir yerden belki, Hindistan'a doğru gidiyormuş, ya da Asya'nın doğusuna olmalı, hayalini kurdum.
O uçaktakilerden herhangibirisi, dışarıdaki parlak ayı seyrederken bir an olsun üzerinde uçtukları toprağa baktı mı, aşağıdaki insanlarla ilgili hayal kurdu mu dedim, kendime. İç çektim.
Dolunayı seyrettim üşüyene kadar, sevdiklerimi düşündüm.
İçeri girdim, kapıları kontrol ettim, çocukları öptüm, uyudum.

Japonya'da eski zamanlarda, genç kızları evlenecekleri erkeğe dolunayın aydınlattığı bir bahçede gösterirlermiş. Ayışığı tüm kusurları örter, güzele güzellik katarmış.
Bildiğimiz en büyük bestecilerden birine verdiği ilham muhteşemdir.
Dinleyiniz burada.


Tepedeki dolunayı da görmüştüm, üç sene önceydi. Temmuz'da Antalya'da. 
.

Çarşamba, Nisan 28, 2010

HAZ


Haz nedir? Neden insan hazzın peşinden koşar? Hazzın hareketi nedir? Öyleyse hazzı incelemek durumundayız. Hırs, elde etmek, cinsellik hazzı...

Parlak ve görkemli güzel birgünbatımını görürsünüz. Gökyüzünde büyük bir ışık, inanılmaz bir şeyin güzelliği, tadı. Bütün yüreğiniz ile, beyniniz ile ve zihniniz ile bir günbatımını seyrettiyseniz bilirsiniz, bu olağanüstü bir görüntüdür, tıpkı sabah erken saatlerin size sunduğu görüntü gibi.
"Önceki gün, gündoğumunu gördük. Gittikçe belirsizleşen ay ve sabah yıldızı, suya yansıyan berrak ışıklar, kar kaplı tepeler ve hiçbir ressamın, şairin betimleyemeyeceği büyük bir güzellik vardı."
Bütün bunlarda bir tat vardır. Bu tat beyinde kaydedilir. Sonra bu tat anımsanır ve biz onun yinelenişini isteriz. Bu yineleniş artık bir haz değildir; haz biçiminde bir anıdır. O gittikçe belirsizleşen ayın, tek yıldızı ile berrak gökyüzünün ve suya yansıyan ışığın güzelliğinin ilk kez algılanışı değildir. Bu anımsayış hazdır; algılamak anında ise haz yoktur. Görmek anında haz yoktur. Ama gördüğünüz şey kaydedilir, daha sonra bunu anımsarsınız ve haz da anımsamaktır. Bu hazzın yinelenişi istenir.

Karlı bir dağın, açık mavi gökyüzünün güzelliğini gördüğünüzde haz yoktur, yalnızca o olağanüstülük, o yücelik, o görkem vardır; daha sonra bunun yinelenişini istediğinizde -ki bu, anımsamak, düşünce, zaman demektir- haz başlar.
"Bu olayın bütün oluşumunu dün sabah gördüm ve bunun yinelenişini istiyorum."
Bu, tıpkı korku ve haz gibi aynı harekettir. Öyleyse zihinlerimiz, varoluşlarımız, bu ikisi -ödül ve ceza- arasına sıkışmıştır. Yaşamımız işte budur. Bu, kökeni zamanda, düşüncede, hazda, korkuda, ödülde ve cezada olan, bunlarda yaşayan "ben"dir, "siz"dir, "kendi"dir.
Doğru şeyi yaparsanız cennete ulaşırsınız, eğer yapmazsanız cehenneme gidersiniz!

Yeni Delhi, 1 Kasım 1981
J. Krishnamurti

Dün gece uyumadan önce okuyordum, yukarıya aktardığım alıntıyı.
Kaç gündür "Korku Üzerine"yi okuyorum. Bu okuduklarımı anlatmalıyım diyordum, nasıl dile getireceğimi bilemedim. En iyisi kendi dilinden aktarayım diye düşündüm.
Vakit ayırıp okusanız...


Not: Son cümle bir sonuç çıkarma değil, aman haa! O sadece bir soru. "Öyle mi yani, bütün hepsi bu mu?" diye düşünün lütfen.
.

Salı, Nisan 27, 2010

BİR FİNCAN KAHVENİN HATIRINA...

Bayan D.'nin şahane hediyeleri vardır.
Doğumgünümde blog yazılarımı toplayıp, kitap halinde bastırmıştı, örneğin.  
"Kitapçıya uğradım gelirken, bak ne çıkmış?" diye verdiği paketi açtığımda öyle bir çığlık atmıştım ki!...


Geçenlerde bir başka arkadaşının doğumgünü için şarkı besteletmiş ve mp3 olarak göndermişti.
Bir başkasının doğumgününde, türlü gerekçeler uydurup balkondan bakmasını sağlayıp, karşısında pankart açtırmıştı: "Sen bizim herşeyimizsin" yazan. 


8 Mart'ta iki CD'lik bize özel bir "Kadınlar Günü" albümü yapmıştı; yirmi küsür şarkıyı tek tek seçerek.


Bu sabah, o özel albümü dinliyordum deniz seferimde. Oradan kafama takıldı. "One More Cup of Coffee"yi kimden dinlemek daha etkileyici? 
Çalan Sertab Erener'in söylediği versiyondu, bolca arabesk alt yapılıydı. Aslını Bob Dylan söyler, bildiğimiz de budur.
Sonra aradım başka yorumlar buldum, meğer Sertab'ın yorumu hiç de yabana atılır değilmiş.
Ne dersiniz?




.

Pazartesi, Nisan 26, 2010

CİİY-YAAAK!

Sabahtan beri lüzumlu lüzumsuz bin tane işle oyalanıyorum. Hadi lüzumluları geçtim, onlar yapılacak elbet. Olsa olsa sırası değişik olabilir. Lüzumsuzları öne almaya ne demeli?
Bakın şimdi de bloga yazayım derdine düştüm. Oysa çok basit yapacağım: Telefonu elime alacağım, telefon defterime bakıp numarayı bulacağım, numarayı çevireceğim, telefon çalacak, karşıma çıkan kişiye bir soru sorup, cevabını vermesini bekleyeceğim, ne dediğini dinleyeceğim.

İşte bütün mesele burada. Telefona çıkan kişinin vereceği cevap önemli ve muhtemelen olumsuz bir cevap bu.
Böylece daha cevaptan başlayacak mesele. Bu cevabın sebepleri Nuh tufanından başlayarak anlatılacak, işi sonuçsuz bırakma gerekçelerinin ne kadar haklı olduğu isbat edilecek. Üstelik bu tirat saate yakın bir zaman alacak. Dinlerken tepemin atması ihtimali çok yüksek. Bu durumda anlamsız bir laf söyleyip her bağlantıyı koparabilirim ki, bunu tercih ederim. Tercih ederim de, arkası başka bir rezalet o zaman.

Hadi, kazası belasız ve kısaca bir konuşmayla bu vartayı atlattık diyelim bu defa da cevabı aktarmam gerekiyor ve olumsuz cevabı aktarmanın sonucu hatta sonuçları olacak.
Konuşma kendisine aktarılan vız vız vızıldanacak. Bir yandan onu teselli etmem, bir yandan da bu vızıltıyı savuşturmam hem de akıl vermem gerekecek.

Sabahtan beri oyalanıyorum dedim ya, sabah nerden çıktı? Üç gündür, üç...

Offf of!
Arada kalmak, aracı olmaktan beteri yok!

En azından şu gün şu an itibarıyla...
Hııımf!

.

Pazar, Nisan 25, 2010

ERGUVAN

Bugün gafil avlandım!
Fotoğraf makinesi yanımda olmadan Fenerbahçe Parkı'na gittim.
Tabii ki ilk iş seyirtip ağacıma baktım.
Veee, ta taaamm! 
Açmış!
Son iki günde hızla ısınan hava bizim güzelin çiçeklerini coşturmuş anlaşılan.

Posted by Picasa

Dedim ya, yanımda fotoğraf makinesi yoktu.
Telefonla çektiğim bu kadar oldu.
Şimdilik...

.

Cuma, Nisan 23, 2010

BİRAZ MÜZİK DİNLEYELİM

Akşam kızımla DVD'de "Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar?" filmini seyrettik.
Eğlenceliydi. 

Baktım da günlerdir mektup sevdasına düştüğümden, müzik duyulmaz olmuş blogdan.
Size, seyrettiğimiz filmden bir şarkı dinleteyim. "Ben Her Bahar Aşık Olurum!" diyen şarkı gibi bir nev'i, her Cuma aşık olanı anlatıyor. 

Gerçi bu arada Cuma'yı kaçırdık, günlerden Cumartesi oldu, yaaa...
Neyse, idare ediniz!



The Cure - Friday I'm In Love


.

MEKTUP - Son

Artık sona geldik.
Bugün seyahatname ve şehir tanıtımından sonra, mesleki bilgilendirme ve azıcık da dedikodu var.
Ardından da, son söz gibi, açılış mektıubunun benzeri bir mektup daha.
Buyrun:


****

Bölüm 8
ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

Adliye müstakil bir binada. Çok güzel bir bina. İki katlı “L” şeklinde “L”nin kısa tarafı tek katlı, orada ağır cezanın duruşma salonu, üyelerin, başkanın, ağır ceza kaleminin odaları ve nezarethane, tuvalet, müzakere salonu v.s. var. “L”nin uzun kısmında diğer mahkemeler; hem her hakimin duruşma salonu var. Kaloriferli. Konforlu. Ben en son geldiğim için en kötü oda bana kalmış. Aslında Savcı Yardımcılarından birinin odası imiş. Benden önceki savcı yardımcısını ayarlamış; odaları değiştirmişler. Diğer arkadaşlar bu yardımcıyı sevmedikleri için durumu Bakanlığa yazalım diyorlar, ama ben daha gelir gelmez bir arkadaşla hır çıkarmak istemedim. Başka formüller bulunacak herhalde. Odam güzel, ama ufak; ufaklığı da bir şey değil; hukuk kalemi yukarda ben aşağıdayım. Zor oluyor.

Ayın 4’ünde salahiyetler geldi. Bana müstakillen ve müstemirren topulama”ya ve Asliye Hukukla Ağır Cezaya yetki verdiler. Zannederim asliye Hukuka da müstemirren verecekler. Şimdilik tapulama hakimiyim. Haftada bir de nöbet dalgası var. Saat 5’ten sonra kulüpteyiz. Kulüp tam adliyenin karşısında. Bir suçüstü falan olursa Kulüpten çağırıyorlar.

On hakim, bir savcı ve 3 savcı yardımcısıyız. Encümen Reisi Ödemiş hakimi 150 lik, asliye cezaya bakıyor. 21 senedir Ödemiş’te. Ağır Ceza reisi 18 senedir Ödemiş’te. Ödemiş Hakimi İbrahim Bey, Asliye Hukuka bakıyor. En aklı başında hakim o. Kurayı çekip Ödemiş’e gelmiş; 18 senedir burada. Savcı 10 senedir, Cengiz 6 senedir burada. En yenisi o imiş tabii biz gelene kadar. Benim kararname ile tayin edilen Sulh Hakimi Kılıç Ataışık iyi bir çocuk, benden 3-4 gün önce gelmiş. Aralıkta 70’e terfi etmiş. Böylece ben ondan 4 ay kıdemli oluyor ve şimdiye kadar her yerde sırtımda taşıdığım “en kıdemsiz” unvanından kurtuluyorum. Senin Rıza Şah (...) ağır ceza üyesi.
Ben, Cengiz Ataç, Ağır Ceza üyesi Beraettin Kurun, Kılıç Ataışık, Savcı Yardımcısı Muhsin Arkan beşli bir gurup kurarak adliyenin yönetimine el koyduk. Zannediyorum Yerköy’deki “apartman liderliğim” gibi burada da “adalet genç takımı” kaptanı olmak üzereyim.
İş durumuna gelince, biliyorsun Bayındır, Tire, Kiraz da bizim ağır cezaya bağlı. Ödemiş’te bol adam öldürüyorlar. Türkiye rekoru imiş. 1967’de Ödemiş’in çarşısında 9 kişi öldürülmüş. Bu sene henüz şehirde bir şey yokmuş ama köylerde öldürme 13’ü bulmuş. Tire ve Bayındır’da pek cinayet yok. Kiraz’da da tek tük. Kiraz deyince bizim ....'dan bahsedince “Ha! O zampara kaymakam mı?” diyorlar. Şöhret dediğin böyle olacak!

Ağır Cezada 120 dosya var. Asliye Cezada 250 civarında, ama hakimi ateş gibi. Asliye Cezanın varidesi 600’ü buluyormuş. Sulh Ceza 200-300, Sulh Hukuk 18/… Asliye Hukukun varidesi 1200 civarında, Derdesti ise 600 falan üçte biri boşanma. Tuhaf değil mi? Zannediyorum Asliye Hukuka bakarsam boşanma, veraset, yaş tashihlerine ben bakacağım. Tapulamada fazla iş yok, Tapulama kanunu aldım. Eski kararları, temyiz kararlarını inceliyorum. Bayramdan sonra köylere gitmeye başlayacağız. Hakim yevmiyesi 22 lira. Fena değil. Keşki kadastrodan başkasına bakmasak. Pek rahatım.

Penceremden kaymakam lojmanı görünüyor. Bahçesinde ağaçlar çiçek açmış. Bir sürü de “ligorin” tavuk…
Lojman özel-idare binasının üstünde; karşısında da “Tapulama Müdürlüğü” var.

-SON –

****



8.III.968



Aziz kardeşim,

Bizim seyahatname gerçi 26 sayfa oldu ama, yazım büyük, kağıt küçük. Herhalde daktilo sayfası ile 3-4 sayfa ancak tutar.

Geldiğim gün Vedat da geldi. Bugün annem ve Didar geldiler. Kadroyu tamamladık. Bayram hazırlığını yaptık. Sanki birkaç senedir Ödemiş’te imişiz gibi olduk. Alıştık gitti.

Pek değişik resimler bulamadım. Renkli olarak kasabanın birtane resmi var, sayfiye yeri olan Gölcük’ün de bir tane. Diğerleri siyah-beyaz. Ben yakında resim çeker ve sana gönderirim.

Orhan’la baksan da son gece çekilen resimlerden varsa birkaç tane göndersen.

Ayrıca ben gideli neler oldu-bitti öğrenmek isterim. Kaymakam bey mektubunda “sen gideli Hasan Bey bulümde yenilmede yalnız kaldı” diyor. Üzüldüm. Halbuki sana ne kadar söylemiştim: “Boş zamanlarında gel de öğreteyim” diye.

Sana ve diğer arkadaşlara, bilenlere, soranlara selamlar. Evden eve de öyle.

“Bu mektubu oku ve okut”

Gözlerinden öperim.

****

İşte, bitti mektup.
Mektubu tefrika ederken  aradan kaç gün geçti ve gele gele 23 Nisan'a konduk
O zaman yaşanan Yerköy'den bir fotoğrafla bitirelim.


 İlk okul birinci sınıf olmalı, belki de ikinci sınıftır. Tören yapılan meydan çamurlu, her 23 Nisan'da olduğu gibi şakır şakır yağmur yağmış.
Ekmekcikız, trampetçi şefi ile subay giysili arasındaki köylü kızı!
.

Perşembe, Nisan 22, 2010

MEKTUP - Arkası var daha...

İnanın, bugün de bitiremeyeceğiz mektubu.
Hepsini birden koyarsam ayrıntıların tadını yakalayamayabiliriz diye düşündüğümden, böyle bölüm bölüm gidişimiz.

Devam ediyoruz:

**********


Bölüm 7
Ödemiş’i Tanıyalım

Halen nüfusunu 40.000 civarında diyorlar. Köyleriyle birlikte 115.000 imiş. 100 köyü var. 22’sinde belediye var. Halk zengin. Karı-kız işlerinde mezhepleri genişmiş, ama mütaassıpları da yok değil. Şehirde mini-etek sayısı kadar da çarşaflı kadın var. Belli başlı üç sineması var (Zafer, Özler ve İyi Sinemaları). Özler’e gittik. Şık bir sinema. Diğerlerini görmedim. Açık hava sinemaları 10 tane varmış ve güzelmiş. Birini gördüm. Anfi şeklinde. Öbürleri de öyle imiş. Hoşuma gitti.

Stadyum ve yüzme havuzu var. Belediyenin bütçesi 17 milyon lira imiş. Zaten her hali ile belli oluyor. Yozgat’taki Belediye sarayından daha büyük bir belediye sarayı var. Halk Belediye ve başkanından çok memnun. Elektrik barajdan geliyor. 35 kuruş.

Cumartesi günleri Pazar kuruluyor. Oradaki temizlik ve intizama da hayret ettim. Pazar kalktıktan yarım saat sonra Pazar kurulan yerlerde bir çöp kalmıyor. Hemen temizleyiveriyorlar.

Sonra ucuzluk ta dikkati çekiyor. Orta büyüklükte çok güzel bir lahananın 150 kuruşa, patatesin 50 kuruşa satıldığını yazayım da durumu anla. Hem de ne patates!

İki-üç katlı mağazalar var. Vitrinlerde Yozgat ve Yerköy için lüks sayılabilecek her eşya var. Buna rağmen esnaf ve tüccarlar “İzmir çok yakın, onun için pek pahalı şeyler getiremiyoruz” diyorlar.

Kaymakam “hoş geldin”e geldi. Mülkiye 940 mezunu. Dayımı ve hele Ali Vefi Pandır’ı iyi tanıyor. Arkadaşların söyleyişine göre pısırık ve mıymıntı bir adam. Gerçekten de soğuk bir şey. Ben şahsen Yerköy’de gördüğüm kaymakamlardan hiç birini böyle 10 tanesi ile değişmem.

Sağlık Merkezi ufak. Yerköy’deki kadar bir şey. Hastane yapılıyormuş. İki operatör ve 25 kadar doktor çalışıyor. En fazla kazanan pratisyen doktor bir hanım. Doktorlar umumiyetle işlerinden memnun değiller. Sağlık Merkezi’nin operatörü (adı aklımda kalmadı) hem Selahattin Kumru’yu hem Aslan Dilman’ı tanıyor.

Belediyenin ve Ziraatın güzel fidanlıkları var.

İki adet barla bir de genelev varmış (Haşa huzurdan). Geldiğimizin ertesi gün Eskişehir’den Vedat ta geldi. Beraberce, yağmur olmadığı güner, Ödemiş’i dolaşıyoruz. “Vedat” diyorum “Yanlışlıkla kötü bir mahalleye düşeriz de elalem yahu şu hakime bak gelir gelmez soluğu genelevde aldı der!”

Evimizin hemen yakınındaki Belediyenin oto-gar’ı da çok güzel.

En güzel yerlerden birisi de kulüp. Hemen hemen Yaşar Denemenin Çiçek Sineması büyüklüğünde bir salon. Yerler parke ve halı döşeli geniş, çuha örtülü masalar, bilardo v.s. Berber salonu, arka tarafta poker v.s. oynayanlar için geniş bir odası ve üyelere mahsus nefis bir lokantası var. Bu lokantada bundan 4 gün öne bir akşam yemeği verildi. Bütün sosyete mevcuttu. Beş hakim ve eşleri, yani bizim masa, 10 kişiydik. Diğer 15 masada 20’şerden 100 kişi vardı. Doktorlar, bankacılar, avukatlar, tüccarlar ayrı ayrı oturmuşlardı. Yarıdan çoğu kadındı. Mikrofon masadan masaya dolaşıyor her masa bir marifet gösteriyordu. “Sıra adliyede” dediler, mikrofonu masaya uzattılar. “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un” şarkısını patlattım, meret mikrofon mu çok güzeldi, sesim mi günündeydi, esaslı oldu. Alkış, alkış… kıyamet… “Yıldızlı Semalardaki haşmet ne güzel şey”i okudum. Ne kadar israr ettilerse de başka söylemedim. Eh, kendimizi dirhem dirhem satacağız!

Bu yemeği anlatmışken fiyat listesini de bildirmeyi faydalı görüyorum. İzmir’den, balık, karides v.s. nevinden özel mezeler gelmişti. Bizim on kişilik masaya 5 kere kayık tabaklarla pirzola-şiş nevinden yiyecek geldi. Rus salatası, adını bilmediğimiz salatalar masada dolu idi. Çok nefis ciğer kebap, beyin salata, zeytinyağlı pilaki-dolma vardı. Bizim masada bir büyük votka, bir büyük bir küçük yeni rakı içildi. Fruko, pepsi, bira cinsinden olanları, mükemmel servisi, kolalı örtü ve peçeteleri de caba. Ertesi gün adam başına 20’şer lira ödedik. Ben ve hanım için 40 lira. Bana çok ucuz geldi. Diğer arkadaşların söylediğine göre şimdiye kadarkilerin en pahalısı imiş, Bizim Fuat’a, Rifat'a, Köylüoğlu’na duyurasınız.

Kasabada ayrıca çok güzel köfte ve döner dükkanları var.


***********

Yarın son sayfayı okuyacağız, veda zamanı.



Ancak ondan önce, bir Ekmekcikiz ve babası fotoğrafı var.
Babamın ilk görev yeri ve benim doğum yerim, Maraş'ın Andırın'ı burası.
Babam ne kadar genç! Ben mi? İki yaşında bile değilim henüz.
Yanımızdakiler?...
Şimdi birden çocuğun adının Cumhur olduğunu hatırladım, babası (arkasında oturan) sanırım savcı.

.

Çarşamba, Nisan 21, 2010

MEKTUP - Devam Ediyor

Mektup devam ediyor.
Elimde, o yıllara ve mektubu yazana ait başka fotoğraf yok.
Aşağıdaki güzel İzmir'in güzel saat kulesi, çook eski yıllardan...



****

Bölüm 4
Ege Sularında Bir Yozgat’lı

Bozboy'un Gommer coştukça coştu. Uçuyor mübarek. Uçar ya! Karşı dağların ardından ay doğacakmış gibi. Bir ışık kaplamış ortalığı. İzmir’in ışığı bu. Burcu burcu deniz kokuyor. Yağmur bıraksa aşağı inip derin bir nefes alacağım. Birden… birden çok uzakta parlak bir Samanyolu gibi aydınlık İzmir göründü. Cahit Külebi’nin şiirini biraz değiştirerek:

Yerköy’den Ödemiş’e
Bir yol uzanır
Üzerinde Bozboyun kamyonu uçar
Ödemiş’ten Yerköy’e
Yerköy’den Ödemiş’e kadar.
Uşak’ı geçince bir lokanta var
İçinde buz gibi bir çeşme
Akar da akar.
Manisa üzerinden geçen kamyonlar sel olur İzmir’e akar.

İzmir’i iyi kötü bilirim ama, bu yağmurda, bu karanlıkta ve tam 16 sene sonra İzmir’e ne taraftan girdiğimizi bile anlamadım. Aşina bir bina aradı gözüm. Aranırken Ege denizini gördü gözüm. Heybetli, köpüklü, hırçın. Kordon boyunun taşlarına vuruyor ha vuruyordu. Külebi gibi devam edelim:

İzmir’in evleri denize bakar
Sokakları yosun içinde
Takalar, mavnalar, tekneler
Bilya gibi suyun yüzünde
Bir iner bir kalkar.
İzmir’in denizi kız
Kızı deniz,
Sokakları hem kız hem deniz kokar.

Konak meydanı öyle güzel olmuş ki… Seyrine doyum olmuyor. Aferin Osman Kibar! Hele Eşrefpaşa'dan İzmir’in ve Konağın görünüşü! Yağmurda herkes bir tarafa kaçıyor. “Aydın tarafına nereden gidilir?” diye soracak adam bulmak mesele. Diyeceksin ki “hani yahu İzmir’de kalacaktınız?”. Bizim Bozboy'un ortağı Tahsin Efendi harika bir adam. Bir dahi! Dedi ki “İzmir’de yatacağız, sabah yeniden kalkıp yola koyulacağız, aynı eziyeti bir daha çekeceğiz. Otel Ödemiş’te de vardır. Gidelim”. Çok yorulmuş olan şoför Halil bozuldu ama benim aklım yattı. Ama saat tam “24” idi Konak Meydanı’nın meşhur ve zarif saat kulesinde.

İzmir’den çıkarken bir kavşakta yolu şaşırdık. 3-5 kilometre boşa gidip döndük. Üzerinde “Torbalı-Ödemiş-Tire-Meryemana-Selçuk” yazılı levhaları görünce aklıma aziz arkadaşım Özer Özmen geldi. Altı ay askerlik yaptığım Gaziemir’den büyük bir huşu içinde geçtim.

Ağaçlar çiçek içindeydi.

****


Bölüm 5
Ödemiş’e Çeyrek Kala

Benden ve Şoförden başka herkes komaya girmişti. Rahatsızlığımız dayanılmaz bir hal almıştı. Ayaklar uyuşmuş, gözler kanlanmış, diller kurumuştu. İçimizdeki uyku arzusunu Ödemiş’e 60-70 kilometre yaklaşmış olmak bile örtemiyordu.

Tire’nin muhteşem bir görünüşü var gece… İsmail Adanalı’yı hatırladım ve memleketine (lokantada vaat ettiğim) selamını sarkıttım.

Torbalı-Tire-Ödemiş yolu asfalt… Ama pek dar ve döne dolaşa gidiyor. İçimizde sabırsızlık ta var. Hepsi birleşince mübarek yol uzadı da uzadı. Tire’nin, Bayındır’ın ışıkları güzel görünüyor; yakınına gidinceye kadar Ödemiş ortalıkta yok. Düz bir yere kurulmuş. Ama ne desek faydasız: Afyon’dan sonra hiçbir şey görmüş sayılmayız.

****


Bölüm 6
İşte, Ödemiş Paşam!

Giriş biraz tatsız. Bizim Yozgat'ın saat kulesi ile Camii Kebir arasındaki çarşı ve evler gibi biraz eski-püskü. Düz ve geniş bir beton caddeye çıktık ve otel sormak üzere durduk. Saat gecenin ikisi… palabıyıklı şoförü gören ötekiler “yer yok!” deyip kapıyı çarpıyorlar. Nihayet “Ödemiş Palas” otelinde 6 yataklı bir odada “Yeni hakim” lafı sayesinde yumuşak döşeklere kendimizi attık. Adam başına iki yatak düşüyordu. Şoför v.s. başka otel buldular.

Uyumuş muyuz ölmüş müyüz bilmem!

Sabah olunca karanlıkta uyandım. İlk işim aydınlıkta Ödemiş’i seyretmek üzere perdeyi aralamak oldu, ilk gözüme çarpan da otelin yanındaki boş arsada büyük bir çöp yığını ve üzerinde iki köpek leşi… Bu da nesi demeye kalmadan bir kamyon yanaştı beş çöpçü süratle çöpleri ve köpekleri kamyona aktardılar. Karşıda büyük, gri bir bina var. Üzerinde P.T.T. yazıyor. Hafif yağmur çiseliyor, kasvetli bir görünüş…

Saat 8’e kadar çayımızı içip bekledik. Çıkıp Adliyeye gideyim. Cengiz’i sorayım diye düşündüm. Ama caddeye çıkınca şehrin güzelliğini görüp sevindim, hatta heyecanlandım. Türkiye’nin imar planı, kanalizasyonu ilk defa yapılmış ve tatbik edilmiş şehri imiş… Düzgün, beton döşeli, çok geniş caddeler. Yaya kaldırımları 6 metre genişliğinde; bazen daha da fazla. Bütün caddeler muhteşem çamlar ve palmiyelerle süslü. Ne kadar da temiz! Emin ol mübalağa değil, bu kadar temiz şehir hiç görmedim. Şakır şakır yağmur yağıyor. Ayakkabılar sırılsıklam oluyor da bir ufak leke çamur görünmüyor.

Otelden adliye bir kilometre var. Tam beş tane parkın yanından geçiyorsun. Adliye müstakil bir bina. Onu ayrıca anlatacağım. Bekçi hakim olduğumu duyunca beni Cengizlere götürmeye razı oldu. Çaldım kapısını. Kapıyı Cengiz açtı ve bir “vay!” çekti. Ben de “vay” dedim. Cengiz “vay vaaay” dedi. Ben ondan geri kalır mıyım? Ben de “vay vay vaaaaaay!” dedim. Böylece bir müddet “vayvayca” konuştuktan sonra kucaklaştık. Beraberce gidip otelden çocukları getirirken bizim için tutulan eve de uğradık. Kamyon da eşyamızı boşaltıyordu.

Evimiz Yerköy’deki gibi 3 oda bir hol ve ufak. Hatta Yerköy’dekinden ufak. Ama çok daha kullanışlı ve ferah. Ödemiş’in en manzaralı evi diyebilirim. Çok geniş balkonundan bir yanda karlı Aydın dağları, bir yanda Bozdağ görünüyor. İstasyona 50 – otogara 60 metre uzaklıkta ya var ya yok. İstasyon hoş bir bina. Günde İzmir’den troleybüse benzeyen kırmızı-sarı veya lacivert-sarı boyalı motorlu bir tren gelip gidip duruyor. Şirin bir şey. Genellikle civar yerlerden Liseye veya Sanat Enstitülerine öğrenci getirip götürüyor. Eve eşyamız zor sığdı. Bir gardrop-bir büfe-bir karyola almak zorunda kaldık. (Ne yaparsın sosyete olacağız!) Çok güzel apartmanlar yapılıyor. Bu yaz geniş bir ev bulabiliriz ama bu evin manzarası da pek hoş.

29 Şubat Perşembe günü evimizde kaldık.


***************

Arkası....
Tabii ki yarın!


Ancak, ondan önce bu anlatılandan yıllar sonra, bir başka tayin sonrası yeni gelinen yerde; baba ve iki kızı kasabamızı tanıyalım turunda.

Bursa, Yenişehir, Baba Sultan Tepesi Parkı
.

Salı, Nisan 20, 2010

MEKTUP

Çekmece düzenlerken, babamın arkadaşının mektubunu bulmuştum ya, bugün başlıyoruz. "Kadı Efendi'nin Seyahatnamesi"nin ilk bölümü bugün.
Mektup'taki isimleri belirsizleştireyim dedim, önce. Düşündüm ki, madem bir belge bu, öylece kalsın en iyisi.

Mektupta adı geçen kızlar, kardeşimin ve benim arkadaşımızdı. Gerçi yaşlarımız tam denk değildi ya, olsun.
O zamanlar babaları aynı yerde görev yapan çocuklar arasında bir tür akrabalık gibi "doğal arkadaşlık" oluşurdu. Birlikteyken can ciğer olunup, görev yeri değişince bir daha hiç görüşülmeyen o kadar çok çocukluk arkadaşım oldu ki!

Fotoğraftaki kızlar, soldan sağa yaş sırasıyla oturtulmuşlar.
En küçük kardeşim, yanında iki yaş büyüğü Cavidan, yanında bir yaş büyüğü Ekmekçikız, sağ baştaki benden iki yaş büyük Handan.

Bak şimdi bir türlü emin olamadım, küçükle büyüğün adlarını karıştırmış olabilir miyim?

Gelelim mektuba....


******************************

7.3.968, Ödemiş


Sevgili Kardeşim,


Geleli bugün tam bir hafta oluyor. Ödemiş’i epeyce tanıdım sayılır. Hepinize ayrı ayrı ve uzun uzun anlatmak isterdim. Bunun için daktilo makinası ile 8-10 kopya çıkarmak istedim. Böyle özel mektuplar zabıt katibine yazdırılamayacağına, benim de bir ayda zor altından kalkacağıma göre bir kişiye uzun yazıp diğerlerine okutmaktan başka çare yok. En iyisi bizim Kadir'e bu mektubu ver. 8-10 nüsha çıkarsın. Sağa-sola dağıt (artarsa bir tanesini de bana gönder).


Bu mektubu Coşkun Bey, Başefendi, Kaymakam Bey, Vural, Reşit, Milli, Gençoğlu, Edip, Ortaokul Müdürü ve Yardımcısı, Fuat, Tahir Ağa, Hamide, bizim Muzaffer Lekesiz başka olmak üzere bütün arkadaşlara okut. Vural, Milli Münafık gibiler evlerine de götürüp okusunlar. Hepsine ayrı ayrı bayram tebriki ve mektup göndereceğim. Ama uzun uzadıya masal anlatmaya takatim yok. Ne olur beni kurtar. Dediğim gibi en kolayı Kadir'e bol bol teksir ettirmek.


Şimdi aldı sazı eline Macit bakalım ne dedi:



KADI EFENDİNİN SEYAHATNAMESİ

Bölüm 1
Ölüm Allahın emri-ayrılık olmasaydı


Önce, Fuat ağanın bana Eczanenin köşesinde verdiği kanyağı açtım. Tepeme dikip, uzun uzun içtim. Şişe yarıya geldi. Türkan’a “Fuat konyak getirmiş” dedim. Sesi çıkmadı. “Celal Sungur’un tarlası burası!” dedim. “Hey gidi günler!” dedim. Türkan’da laf yok. Çerikli'ye yaklaştık. Delice köprüsünden geçerken “Yerköy hudutlarından çıkıyoruz!” dedim. Arka sıradan çıt çıkmadı. “Numan Usta’nın lokantası” dedim. “Evet” dedi. Bu "evet"le Ankara’ya kadar idare ettik. Bol bol düşündük. Konyağı bitirdim. Gözümün önünden Vural'ın yanaklarından süzülen yaşlar hiç gitmiyordu. Keşke son anda Vural'a hiç bakmasaymışım.


Paketin birinde “Dikkat-yolda açılacak” yazılıydı. Nafiz Çorumluoğlu’nun veya Muzaffer Lekesiz'in yazısına benzettim. Muzafferinse içine sıçan ölüsü koymuştur, Başefendininse rakı koymuştur dedim. Şoför inanmadı. İkinci tahminim aşağı yukarı doğru çıktı. Ama rakı yerine votka ve soda ile fındık-fıstık vardı. Daha iyi. Fındık fıstığı Handan’la Cavidan derhal temize havale ettiler. Votka Ödemiş’e nasip oldu. Soda duruyor.


Cavidan’ın midesi bulandı. Kayadibi lokantasında karnımızı doyurduk. Derken Handan Cavidan uyudular. Biz düşünmeye devam ediyorduk.


Ankara’ya yaklaşırken bir yağmur başladı. O da geçti.

****

Bölüm 2
Ankara’da yedim taze meyvayı


İstanbul garajına arabaya çektik. Bir arabaya atlayıp doğru Bacanakların evine gittik. Baldızın öğle tatiline eve gelmesini bekledik. Yüksek ihtisas hastanesinde Kayınpederi ziyaret ettik. Kayınpeder prostat ameliyatı olmuş, böbrek taşını da almışlar. Zayıf, fakat iyi bulduk. Sevindik. Ver elini İstanbul garajı. Ankara’da hani 15 dakika daha durabilecek zamanım olsa Piknik-Yüksek Hakimler Kurulu- Hacı Bayram Camii üçlüsüne uğrayacağım. Ayağımız alışmış birader. Ne dersen de.


Ama Hergele Meydanından bir miktar meyva alacak kadar zamanımız vardı. Ayva çok güzeldi. Polatlı’dan geçerken bizim hanım ilk defa konuştu: “Polatlı’ya tayin edilseydik! Yakınca!” dedi. “Evet” dedim. O da bu evetle Afyon’a kadar idare etsin. Etti de… Sivrihisar’ın orada iki levha var. Birinde Afyon-Uşak-İzmir yazıyor. Öbüründe Eskişehir-Bursa yazıyor. Birinci yolu tuttuk. Bildiğimiz yerler. Her sene Antalya uğruna buralardan birkaç kere geçiyoruz.

****


Bölüm 3
İncecikten bir kar yağar


Afyon’a yaklaşırken incecikten yağan kar şiddetlendi. Derken bir fırtına-tipi başladı. Göz gözü görmez oldu. Birkaç dakika içinde cam silecekleri çalışamaz hale geliyor. Şoför inip temizliyor, öyle devam ediyorduk. Aksilik bu ya, tam görmediğimiz yerlere gelmiştik. Etrafta çam ağaçları, ormanlar sık sık görülmeye başlamıştı. Uşak’a gece geldik. Kar yağmura çevirmişti, çok yorulmuştuk. Uşak’tan hatırımda kalan çok geniş, etrafı boş arsalarla dolu ışıklı bir yol. “Salihli’de gece kalalım” dedim. Şoför v.s. “olduktan sonra bir ikiyüz kilometre daha gider İzmir’de kalırız” dediler. “Peki” dedik. Uşak'la Salihli arasında bir lokantada yemek yedik. Nefis bir suyu vardı. Salihli-Alaşehir-Turgutlu vs. yi nasıl geçtik haberim yok. Esasen geceleyin Yerköy’ün Benzinlik’ten gece görünüşü gibi her taraf ışıklar içinde. “Herhalde burası Turgutlu’dur. Çok büyük baksana!” diyoruz. Bir de bakıyoruz “Filan köy” imiş… ve şirin binalarda yazılar: “Fişmekan köy Belediyesi” ya da “Her türlü meşrubat-Buzlu bira bulunur” v.s…


Salihli’yi 8-10 kilometre geçince birden uykulu gözlerimizi bir levha açtı. Bu levhada bir ok işareti güneyi gösteriyordu ve üzerinde “Ödemiş” yazıyordu. Eğer bu yol iyi bir yol olsaydı, yarım saat sonra Ödemiş’te olacaktık. Ödemiş’le aramızda sadece Bozdağ ve 30 kilometre kalmıştı. Ama evvela İzmir’e bir selam sarkıtmamız gerekiyordu. İzmir deyince bir dakika duracaksın. Bir dakika ne demek arkadaş! 5 dakika - on dakika - on sene…


**************************

Arkası yarın...

Bölüm 4
Ege sularında bir Yozgat'lı
.

Pazartesi, Nisan 19, 2010

ERGUVAN SOKAK

Ağacım İstanbul'un Anadolu yakasının en ekâbir erguvanı olmayı sürdürüyor.
Headera bakınız! Hâlâ tomurcuk olduğunu göreceksiniz.
Oysa parktaki ağaçların hemen hepsi açtı.


Burada görüldüğü gibi...




Kaldı ki, park dışındakiler de bu hafta iyice seyredeğer haldeler.
Yakında Boğaz'ın erguvanları da iyice coşacaklar.


Bu da, yukardaki erguvana yakın yerlerde bir sokak. Sonuna dek gitmedim, baş tarafında seyrek de olsa, iki taraflı genç erguvanlar sıralıydı.

Haftasonunun erguvan raporu budur, efendim.
.

Pazar, Nisan 18, 2010

EYYY, KURU DALA CAN VEREN ! ...

Hangisi derdi bu sözü?
Sık sık, hem de!
Babaannem miydi, anneannem miydi?
Belki de ikisi de derdi, aynı toprağın kadınları ne de olsa.

"Eyyy, kuru dala can veren böyük Allahım, sen yeriş!"
Hayır yanlış yazmadım, öyleydi, yetiş değil, yeriş.

Doğrusu şimdiki halde, yaratıcıyı yardıma çağırmaktan ziyade, hayranlık ifadesi olarak aklıma geldi bu söz.


Sözünü ettiğim kuru dal, bir ağaç budağı.
Kimbilir kaç sene öncesinde, ağaç belki bir fidanken kesilmiş bir dalın budağı.
Artık ne olmuşsa olmuş, bu sene oradan gencecik filizlerin çıkacağı tutmuş.
Bilmem oradan yeni bir dal sürer mi, yoksa buncağızlar sadece püskül püskül dalcıklar olarak mı kalacaklar?
Bakacağız, göreceğiz.


İşte, kuru gövdenin bir kısmı daha.
Neyse ki, ağacın tamamı kuru değil. Tepesindeki dallar da filizleniyor, hiç birisi gövdedekiler kadar cazibeli olmasa da...
.

Cumartesi, Nisan 17, 2010

KADI EFENDİNİN SEYAHATNAMESİ

Babam hakimdi, yargıç yani.
Çocukluğumdan hatırladıklarım bölüm bölümdür.
Doğduğum, ilkokula başladığım, ortaokula devam ettiğim, liseye gittiğim başka başka Anadolu kasabalarının anılarını biriktirdim.
Televizyonun olmadığı, ulaşımın trenle yapıldığı, eğlence denince akla gelenin tek sinemada değişen filmleri izlemek, radyo tiyatrosunu dinlemek ve akşam oturmalarına gitmek olduğu zamanlardan ve yerlerden sözediyorum.

Nasıl geldik bu anılara diyorsunuz, bu nostalji rüzgârı nereden esti?
Çekmecelerimi düzenliyordum.
Öyle sıkılınca çekmece, dolap indirip onları havalandırıp, yerleştiren ve o esnada kafasını toplayanlardan değilim. Bi kere, herşeyin yeri bellidir çekmecede, dolapta. Alacağımı dağıtmadan alır ve kalanı düzgünce bırakırım.
Her ne olduysa, bazı şeyleri üst üste tıkmış olduğumu farkettim. Hiç de böyle bir düzenleme ve yerleştirme planlamamışken bir de baktım ki, döküntü saydığım bir dolu evrakı atıyorum.
At, at, at!
Derken bir mektup geçti elime, yazılalı tam kırkiki yıl olmuş. 
Tayin olup kasaba değiştiren bir meslektaşı babama yazmış ve yapılan yolculuğu, gidelen yerdeki ilk izlenimleri anlatmış, uzun uzun.
Anlatılan duygular, olaylar benim yaşadığım benzerlerini hatırlattı bana. İstedim ki, burada nakledeyim.
İşte, ilk sayfalar.







Üstlerine tıklarsanız büyürler ve yazıları okuyabilirsiniz.
Devamını da isteriz derseniz, elle yazacağım gün gün.

.

Cuma, Nisan 16, 2010

LEYLAK DALI

Sevgili blog komşum Leylak Dalı'nın mevsimi başladı.
Bahardan sözetmiyorum. Leylak mevsiminden sözediyorum.
Benim erguvanlarım gibi, onun leylakları...
Hani, ünlü yerli film tiplemesi gibiyiz nerdeyse: Se-vi-yo-rum u-leyyy-nnnnn!


İşte bizim mahallenin leylağı, Leylakcığım.
Bizim buralardan sana armağan.



Buncağızlara bir bakar mısınız?
Daldala sarılmışlar; morsalkım ve erguvan. 
Hımm, bunlar da bizim mahalleden.
Hayır hayır, atlamadım merak etmeyin benim güzelim erguvanım henüz açmadı. Ziyaretine gidiyorum, fotoğraf verecek hale gelmiş mi bakıyorum.
Pek yakında...

.

Perşembe, Nisan 15, 2010

ERGUVAN MEVSİMİ ARMAĞANIM

Dün gece uyku öncesi sohbeti için koynuma girdi, kuzum-kızım.
"Aman iyi ki Bayramiye filan koymamışsınız adımı!"

Biraz öncesinde yatmaya hazırlanırken odadan odaya seslenerek konuşuyorduk: "Sen doğduktan hemen sonra Kurban Bayramıydı, hastaneden iki günde çıkmıştık" demiştim. İsim muhabbetine oradan geçmiştik.
Yanıma kıvrılınca sordu: "Adımı nasıl vermiştiniz, nerden bulmuştunuz?"

"Eski yıllardan, çok sevdiğim bir komşu kızının adıydı. O zaman ben senin yaşındaydım, o üç dört yaşındaydı. Baban daha önceden bulduğum adı çok beğenmemişti ama kendisi bir öneri getirmemişti. Sonra ben söyledim adını, o da benimsedi. İşte, adının hikayesi." diye kaç defa dinlediği hikayeyi tekrar anlattım.
Gülümsedi kızım.
Sonra, aniden celallendi: "Ayy, saçımı çekiyorsun, anne!"
Nerden bileyim? Yüzünü okşamak için, sağdan sola dönerken uzun saçlarını sıkıştırmışım anlaşılan.
N'apalım! Bu aralar böyle. Bir serin sakin, bir esip gürlüyor. Varsın öyle olsun. Ergen kız, o.
Nasıl ki kollarımın arasında mırıldanan bebek hali geçti gitti ve onüç yaş bitti, bugünkü esme yağma hali yerine başka halleri de gelecek. O yine yatmadan önce yanıma kıvrılacak, sohbet edeceğiz, gün değişecek.

Onüç sene öncesinde  hastaneden çıkmış eve dönüyorduk. Evde, bebeğin abisi heyecanla kardeşini bekliyordu. Köprü geçilecek, bayram trafiği coşmuş. Babası daha sakin olacağını sandığı Boğaziçi yoluna saptı.Gerçi trafik hiç de sakin değildi, ancak yol boyu bir cümbüş vardı. Bütün boğaz yamaçlarda erguvanlar coşmuş, parlıyorlardı. 
Unutamadığım erguvan seyirlerimden biri oldu, kucağımda iki günlük bebeğimle...
 


Erguvan mevsimi armağanım canım yavrum, doğum günün kutlu olsun!

.

Çarşamba, Nisan 14, 2010

YOKSUNLUK KRİZİ

Nerdeyse bir haftadır, kafamın içinde bir uğultu var.
Zaman zaman şöööyle ensemden başlayan bir his -kesin bir tanım yapmak gerekirse arzu, demeliyim- tüm başımı sarıyor.
O an, o an... İstiyorum.
Tüm bedenim ve ruhumla yollarda olmayı istiyorum.


Düşündüm ki, madde bağımlılarının yaşadıkları yoksunluk krizi böyle bir şey olmalı.
Şimdi bu sözü söyledim ya, gelecek tepkileri duyar gibiyim. Adım gezgine çıktı ve ne kadar "ben gezgin değilim ahh keşke!" desem yine, inanılırlığım olmayacak.
Buna sebep, son iki senede tam da bu mevsimde Fü. Hanım sayesinde yaptığım piyango yolculuklar olsa gerek. Biraz da, durmaksızın eski yolculuklardan sözetmek, o da yetmezse ahh keşke şuraya da buraya da gitsem demeklerim sanırım.


Ahh, bakın yukarda "son iki senede bu mevsimde yaptığım yolculuk" dedim ya, şu yoksunluk krizinin sebebini daha iyi anladım şimdi. Nisan geldi, gelmek de nedir yarıladık bile, üstelik şehrimize ilk gelen leylekleri havada gördüm ve henüz şehir dışına adım atmış değilim.


Bu mevsimde uzun yola gidilmeli.
O yollar tazecik çiçeklenmiş yemyeşil kırlardan, kıvrım kıvrım akan su kenarlarından, bir alçalıp bir hafif yükselen tepeciklerden, uçurumlu vadilerden geçmeli.
Sonra uzaktan gözüken deniz kenarlarına ulaşılmalı.
Yabancı bir şehre gelinmeli, neresi merkezi bakılmalı haritalara. Sokaklarına dalınmalı. Yürümeli yürümeli yürümeli. Bir küçük kahve veya lokanta göze kestirilmeli, oturup soluklanmak için.
Nefeslenirken harita yeniden işaretlenmeli ve tekrar yola koyulmalı.


İşte budur isteğim!





.

Salı, Nisan 13, 2010

THE HURT LOCKER

Yumuşacık müziğin duyulduğu, kimseciklerin olmadığı kocaman bir süpermarket.
Genç kadın, savaş olan yerden henüz gelmiş erkeğe, "mısır gevreği al, kasada buluşalım" diyor. Genç adam, mısır gevrekleri duran yeri bulup, sonsuz koridorlarmış gibi uzanan raflara bakakalıyor: Hangisi alınacak?

Atlantik Okyanusunun ötesindeki büyük kıtanın orta kuzeyinde yer alan ülkenin dünyanın jandarması diye anılan devletinin sıradan vatandaşı, o km.ler uzunluğundaki süper-mega-ultra marketlerde istediğini seçme özgürlüğe sahip olsun. Dahası gerekir mi?
Evet, bu "özgürlük" için o devletin vatandaşı savaşa gidebilir, savaş bir çeşit uyuşturucu gibi adrenalin bağımlılığı yaratabilir, ne yapalım? Haklısınız ölen de olacaktır. Neyse canım, bu o kadar önemli mi?
O kadar önemli mi, savaşın yapıldığı yer?
O toprakların, o görevi yapan askerler için hiçbir bağ ve anlam taşımaması?
Nihayetinde sadece tehlikeli bir "iş" değil mi, bu görev?

Amerikan sineması yıllar sonra Vietnam'ı anlatabilmeye başladığında, daha çok savaşın acımasızlığı, insanlar üzerindeki etkisi anlatılıyor ve sorgulanıyordu.
Araya başka savaşlar girdi. Jandarmamız, bir kez bile, "ben orada ne arıyorum" sorusunu sormadan, nasıl kahramanlıklar yapıldığını anlattı durdu.
Şimdi artık, kahramanlık palavrasına kimseleri inandıramayacakları için, "orada bir iş yapılıyor, bu çetin bir iş, bu işi yapan insanlar da bağımlı gibiler" hikayesine geçilmiş.

Bu noktada, sinemanın sadece kendisine has görsel anlatımsal özellikler nedeniyle elde edilen başarı sonucunda anlattıklarının hazmedilir hale gelip gelmediği, bir çeşit ahlaki sorun olarak duruyor, orta yerde.

Böyle bakıldığında bizde gösterilen adıyla Ölümcül Tuzak/The Hurt Locker filmi, aldığı ödülleri hakediyor olmalı.
Üstünde bir de Oscar alan ilk kadın yönetmenin filmi yaftası var.
Peki ya anlattığı?
Savaştaki Amerikan askerlerinin kovboyculuk yapmaya devam ettiğini görmek, onlarla mı gönül bağı kurmamızı sağlıyor, yoksa canlı bomba haline getirilmiş o toprağın insanlarıyla mı?

Uzunca süredir, savaş filmi seyredemiyorum. Bu erkeklerin dünyası diye düşünüyorum; çeşit çeşit silah, bunların şöyle de böyle şahane oyuncak olması, hayran kalınacak teknik beceriler, şahane kahramanlıklar filan falan, benim dünyamın dışında. Bünyem bu yıkıcılığı kaldırmıyor.

Merakımın kışkırtmasına dayanamadım ve sonunda Hurt Locker'ı seyrettim.
Şimdi bir süre daha benden uzak dursunlar savaşları ve filmleri.

Kathryn Bigelow, becerikli bir yönetmen olmalı. Cambazlık yapmadan, heyecanı düşürmeden, koltuğa yapıştırarak anlatıyor filmini. İyi de anlatıyor. Ancak, ne anlatıyor, neyin yanında? İşte asıl sorun bu, bence.

Bakınız alttaki satırlarda ve üstüne tıkladığınızda yazının bütününde bu konu tartışılmış. Uğur Vardan diyor ki:
The Hurt Locker’ ve anlattıklarına gelince; film New York Times’ın eski savaş muhabiri Christopher Hedges’ten yapılan bir alıntıyla açılıyor. “Savaşı götüren güçtür ve çoğu zaman öldürme alışkanlığıdır, çünkü savaş uyuşturucudur.” Sonra perdede, bu cümlenin başı atılarak sonu, yani ‘War is a drug’ kısmı adeta altı çizilerek sunuluyor. Peşi sıra 131 dakika boyunca sanki bu ifadenin açılımını izliyoruz. Gerçekten de öykünün sürükleyici karakteri William James, işine adeta bir ‘uyuşturucu bağımlısı’ psikolojisiyle yaklaşıyor. Bir patlayıcının peşinde sürüklenmesi, hedefi etkisiz hale getirinceye kadar yaşadığı psikoloji, sık sık adrenalinin yükselmesi ve strese olan bağımlılığı, James’i adeta bir ‘junkie’ye dönüştürüyor.

Burayı tıklarsanız, film hakkında Slavoj Zizek'in çevirisi Radikal'de yayınlanmış bir yazısını okuyabilirsiniz.

Hayır, savaş sahnesi istemiyorum.  Yönetmen, yönetiyor burada.

.

Pazartesi, Nisan 12, 2010

BEŞ TELLİ KONTRBAS

Oğlum, dün akşam eve geldiğinde "bak anne" diye gösterdi.
"İki gündür babamla dinliyoruz, çok güzel. Mephisto'nun önünden geçiyordum, duydum, aldım."

Delikanlı bas gitar çalıyor ya, duyduğu ritm, onu mıktanıs gibi çekiyor. Bu ara, basla Ayışığı Sonatını çalıyor, üzerinde çalışıyor daha doğrusu.
"Adam neler yapmış, ne sesler çıkarıyor, dinle."

Ben dinledim, hayran kaldım. Siz de dinleyin istedim.



Renaud Garcia-Fons, bir kontrbas virtüözü ve besteci.
Kontrbasa bir tel ekleyerek ve yanına başka ustaları alarak yaptığı albüm, Arcoluz.
Burada daha çok bilgi var, bakmak isterseniz.

.

Pazar, Nisan 11, 2010

MÜRVER ÇİÇEĞİ

Bu kış ıhlamur çayı hiç içmedim. Onun yerine mürver çiçeği çayı içtim, bol bol.
Mürver, yaşadığımız coğrafyada, iklimde çok bol bulunan bir ağaç(mış).
Kaç sene önce Bozcaada'da Mitmit'in yaptığı likörünü içeliberi arayıp durduğum, "galiba bu" deyip, o mu olduğundan bir türlü emin olamadığım bir ağaç.
Emin olmam gerek, çünkü, tohumlarını toplayıp likör yapmak azmindeyim.


Bakınız baharda, yaz başında çiçek açmış bir mürver dalı, bu.
Toplanıp çayını yapmak üzere kurutulan çiçekler, bunlar.
Sadece çay için toplanmıyor mürver. Bizde çok iyi bilinmiyorsa da, Avrupa'da çiçeklerinin hafif parfümü nedeniyle, şurup, reçel olarak çok kullanılıyor.
Şu mavi sarı bayraklı yabancı marketten portakalla karışık yapılmış reçelini almıştı kardeşim. Öyle hafif ve leziz ki...


Bu sepet içinde, kurutulmuş mürver çiçeklerini görmektesiniz.
Ben, çayını ıhlamur yerine içiyorum ya, sadece bu değil tabii, bileni meraklısı için, bu bitkinin çeşit çeşit şifası var. İdrar söktürücü, nefes açıcı, terletici, öksürük giderici, müshil etkili...

Bunlar da işte o arayıp, bulduğuma bir türlü emin olamadığım yemişleri. Hani, şurubu, likörü yapılan.
Meğer, mürverin özellikle eski istanbul'un mahalle veledleri arasında bilinen adı, "patlangaç"mış.
Hani, ince bir boru bulunur, birisinin arkasına geçilir ve borunun ucuna konan küçük sert bitki hızla o hedefin ensesine üflenir ve sonra dayak yememek için acele olay mahalli terkedilir ya, hah, o işte!


Burada mürverin şifasıyla ilgili bilgiler var.
Bu satırı tıklayınız, bulacağınız blogda, hem şahane mürver çiçeği fotoğrafları var, hem de mürver çiçeğiyle yapılmış, şurup, sirke, turşu tarifleri. 
Yaa, turşu bile!

.

Cumartesi, Nisan 10, 2010

FOTOĞRAF BAKMAK

Çocukken en sevdiğim işlerden biri, babamın düzenli olarak çektiği ve annemin düzenli olarak albümlediği, o yetmeyince kutuladığı fotoğraflara bakmaktı.
Bu faaliyete çeşitli talimatlar eşlik ederdi:
"Albümlerin sayfalarını kıvırmadan bak yavrum."
"Fotoğrafları kutuya aldığınız yere koyun, sırası karışmasın."

Geçen akşam yeğenime kendisinin bebeklik fotoğrafı gerekmiş. Ödev mi, birisine mi gösterecek, nedir?
Kardeşim, "benim bunları bir düzene sokmam, albüm yapmam lazım" diye söylenerek fotoğraf kutusunu çıkardı.
Neler neler neler?
Çocukların çeşitli boy ve komik hallerde fotoğrafları en büyük öbeği oluşturuyor.
Bir kısım aile büyüklerinin eski halleri, aile toplantısı fotoğrafı var.
Pek az da bizim, kardeşimin ve benim fotoğraflarımız var; genellikle ikimiz çekeriz fotoğrafları.

Uzunca bir süredir, eski hallerimizin suretlerini görmemiştim.
Aman Allahım, biz gençmişiz!
Ne kadar farklıyız şimdi, ama ne kadar çok farklı!
Oysa ben, aynaya baktıkça, hâlâ çocukluk yüzümü görüyormuşum gibi bir his taşıyorum. Hayır, artık taşıyordum demeliyim, bu yüz o yüz değil. Vücudumuz değiştikçe, yüzümüz de bedene uyum sağlıyor olmalı. Öyle mi? Belki de bu teorim doğru değil. Bedeni hiç değişmemişlerin de yüzleri yaşananların izleriyle dolu. Hımm! Yaşanan. Anahtar kelime bu galiba. Ama bedende yaşanan, ama zihinde yaşanan, öyle veya böyle izi kalan.

Neyse işte!
Baktık fotoğraflara ya, şimdi de aynalara bakıp durmaktayım.
.

Cuma, Nisan 09, 2010

EY AŞK!

Sevdiğim bir arkadaşım.
Eskilerden.
Bir süre geçse bile, biraraya gelindiğinde araya giren zaman umursanmadan sohbete devam edilenlerden.
Dostluk kredisi olanlardan.
Birlikte çok duygu paylaşılmış, hayatın farklı yüzleri yaşanmışlardan.
Şimdilerde yine yakın yakın oldu; evlerimiz de, duygularımız da...


Onun hikayesi, bu.
Bir sevdiği vardı, aynı evde yaşarlardı kaç senedir.
Sonbaharda sevdiğinden ayrıldı, kavga kıyamet.
Bir kaç ay, ikisi de taşındıkları başka evlerde acı çektiler.
Arkadaşımın halini ben biliyorum, eski sevgilininkini sonradan barış zamanında öğrendik.
Gel zaman git zaman, iki ay mı dayandılar ayrılığa ne oldu, araya bir arkadaş girdi mesele biraz yumuşak tarafından alınmaya başladı ve sevgililer görüşür oldu.
Bu arada bizimki içindeki fırtına bulutlarını aralayabilmek için bir bilene danışıyor, diğeri kendini işe boğmuş...
Derken, bir kısım çocukluk arkadaşı meseleye dahil oldu.
Kızlardan biri, "o sana evlenme teklif etmiyorsa, sen ona et" dedi.
Biz güya daha akil olanlar "hoop, dur, o da nerden çıktı, evlenmek neyi çözecek" filan derken, bir de öğrendik ki, "manevi baskıya dayanamayan" bizim kız, sevdiği adama evlenme teklif etmiş:
"Nüfus cüzdanını istiyorum"
"Ne yapacaksın?"
"Evlenme işlemlerini başlatacağım!"
"Aa! Sen evlenmeye karşıydın hani? Önemli değil benim için diyordun?"
"Vazgeçme hakkımı kullanıyorum, ne olmuş? Evlenmek istiyorum, seninle"


Sonrası bir aydan fazla süren bir sessizlik ve düşünüp taşınma hali.
En sonu, iki gün önce nikah kıyıldı.
Daha devamı var, yazın kır düğünü yapılacak.


Bir yastıkta kocasınlar!
Mutlulukla...


.

Perşembe, Nisan 08, 2010

İYİNİYET Mİ? PEKİ, TÜM BU SAÇMALIKLAR NASIL DÜZELECEK?

İşten erkence çıkıp ya da öğle tatilini esnekleştirip festival filmi seyretmeye kaçmaklığım az değildir.
Festivali akşam seanslarında izlemeye kalksam çocukların düzeni şaşacak, haftasonu sinemadan çıkmasam tepe sersemi olmak işten değil, öyle arada kaçıp soluğu sinemada almak heyecanlı da, hem.


Dün erken akşamüstü sinemasına kaçtım, yine. "Balerin ve Hırsız", bir İspanyol filmi. Şili'de geçiyormuş, ünlü yönetmen Fernando Trueba'nın son filmiymiş, Goya ödüllerinde çok mühim adaylıkları var, vs. vs.


Yeni Rüya'ya ilk gelişim. Hani, önceleri sadece erkek seyircinin gittiği filmler gösteren ve iki sene önce yenilenip açılan eski Beyoğlu sinemalarındandı ya, hatırlarsınız.
Bilet kuyruğu metrelerce, iyi ki önceden bilet almışım. Ben alırken de "balkon bileti var" demişlerdi, balkon iyidir diye alıvermiştim. Nerden bileceğim ki...


Tırman tırman çık yukarı, dördüncü sıra önden mi, arkadan mı sayılıyor acaba? Peki, arkadan başlıyor sıralama.
Ne güzel, gençlerle dolu salon. Yeni sinema ve festival meraklıları yetişiyor.
Yerleşmeler bitmeden reklamlar başladı, hep olduğu gibi.
Reklamlar bitti, alt kattan alkış sesleri duyuldu. Sonradan öğrendim, "Emek sineması açılsın" desteği içinmiş o alkışlar.
Film başlıyacak.
Hayır. Başlayamadı.
Bu İspanyollar DVD filan mı göndermişler nedir? Ardı ardına üç filmin fragmanı geçti. Bir çeşit reklam faaliyeti desen, o da değil; filmlerin ikisi Amerikan filmi üstelik, sadece birisi İspanyol.
Nihayet film başladı.
Güzel de alt yazı nerde? Yok! Hayır, var! Var da, sinema ekranı o kadar uzakta ve küçük ki, alt yazıların gözüktüğü elektronik satır kafaların tamamen altında kalıyor.
Film İspanyolca, İngilizce ve Türkçe altyazı var ve okunmuyor. Önce birkaç kıpırdanma, kafalara göre pozisyon almaya çalışma çabası. Sonuçsuz.
Sonra biraz bakayım filme arzusu, film de güzele benziyor hayıflanması ve iki saat burada böyle kapalı kalamayacağım sıkıntısıyla dışarıya çıkma.


Önceki Emek sineması kapanmasın yazısına yazdığı yorumda Simon, kötü sinemaların da tam aksine yıkılması gerektiğini yazmıştı ya, yıkılmayacaksa da adında "Uluslararası" olan bir Film Festivali'nin sineması olmasın yahu!


Merak ediyorum, festival yöneticileri bu sinemayı seçerken hiç oturup orada bir film izlediler mi?
O ekran altı yazılar konusunda bir mühendislik ölçümlemesi yapıldığını hiç sanmıyorum ya, en azından film seyrediyorum diye kafa seyretme döneminin bittiğini hiç mi hesaba katmamışlardır?
Tamam, Beyoğlu sinemalarını yaşatalım da, neden eskimiş olanla, yeniden oluşturmak yerine sadece şöyle bir düzeltilmekle iş yaptım sayanla yetinelim?
Yıllar içinde binbir emek ve çabayla oluşturulan bir film festivalimiz var, şehrimizin gözbebeklerinden.
Sinematek'in daracık koltuklarından, berbat görüntülü ekranından geldik bugünlere. Çok güzel!
Peki, bu var diye neden daha iyi koşulları ve daha iyisini istemeyelim? Neden sadece iyiniyetli olalım ?


Film festivalinin bugünlere gelme süreci, yenileşmenin önünde bahane ve engel olmamalı.
İyiniyet göstermiyorum artık, daha iyisini istiyorum.


.

Çarşamba, Nisan 07, 2010

BUNCA YILDAN SONRA İLK KEZ BİR FİLM FESTİVALİNDE İSTANBUL "EMEK"SİZ KALDI!

Emek'le ilk ciddi tanışmam, üniversite okumak için İstanbul'a gelişimle olmuştu.
Ciddi dedim, çocukluktaki akraba ziyaretlerinde sinemaya giderdik de, nereye gitmiştik tam aklımda değil. "Konak" sineması vardı, Nişantaşı'nda. Kocamandı, yeniydi, lükstü filan. Ona da gidilmiş olabilir.
Ankara'daki "Akün" aklımda ama. Ankara'ya çocukken daha sık giderdik, ondan mı acaba?

O senelerde yabancı filmler en az iki sene rötarla gelirdi, memlekete. Türk filmleri zaten bitikti, en kral filmler Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak adıyla anılanlardı.
Sonra sonra, yabancı filmler azar azar gelir oldu. Her hafta görülecek yeni film olmazdı yine de. O tahta iskeletli, deri kaplı, gacırdayan koltuklar filan umrumuzda değildi. Şimdiki sert plastik profilli, sentetik ve yumuşak kumaş kaplı koltuklarda oturmamıştık ki henüz.

Öyle çok anı birikmiş sinema hafızamda Emek'le ilgili, öyle çok ki!...
İlk unutamadıklarım 2001 Uzay Macerası ve Dersu Uzala idi.
Daha sonraları İstanbul Sinema Günleri başlayınca ooooo, neler de neler seyredildi.
Sadece o sinemada seyredilen filmlerin güzelliği, önemi değil anılarımı oluşturan. Bir ders kırılarak arkadaşlarla sinemaya kaçamanın keyfi, bir paket mısırı altı kişi paylaşmanın yaramazlıkmışçasına yaşanması, arada frigo mu yesek koko mu tartışması...
Yanında oturan çocuğun (biz öyle derdik çocuk!) kolunun koluna değmesiyle yaşanan yürek hoplamaları, perdede seyredilen öpüşmenin benzerini tahayyül etmenin yüze al bastırması, ilk kez elele tutuşulup seyredilen film...

Bu sene, onca zaman sonra ilk kez film festivali Emek sineması olmadan yapılıyor. Görünüşe göre, bundan sonra da Emek olmayacak, en azından "o" bildiğimiz Emek olmayacak.

Emek Sinemasını yaşatmak için imza kampanyası düzenlendi, attım imzamı hemen.

Şuradaki blog Emek Sineması Yeniden diyor.

Bilemiyorum doğrusu, anılarımıza nasıl sahip çıkacağız?
Herşey öyle hızlı değişiyor ki!


.

Salı, Nisan 06, 2010

YEGÂNE, TEK, BİRİCİK, SADECE BİR...


İşte! Bütün hepsi bu!
Olan biten, ortaya çıkan bir tanecik çiçekçik...
Bütün bir mevsim geçti, yapraklar yapraklar yapraklar çıktı, büyüdü, yayıldı...
Bekle bekle bekle, yook, yok yok!
En sonunda nihayet tek bir yegâne pembecik, başını kaldırıp gülümsedi.
Mevsim başında, erken davrandı gelişti diye pek sevinmiştim.


Oysa geçen sene nasıl da doluydu saksı, pıtrak gibi bitmişlerdi.
Demek ki, bu senenin kısmeti buymuş, bu kadarmış.

Seneye saksını mı değişmeli, toprağını mı yenilemeli?
Bakalım artık uyusun bu sene, uyanırken düşünürüz.

.

Pazar, Nisan 04, 2010

HADEEAA, AKŞAMIYN SİMİDİY BUNLAARR, SICAK SICAK!


Hayli zamandır, simit yapmak istiyorum.
İstiyorum da bir türlü cesaret edemiyorum.
Bir çok tarif okudum, simit nasıl yapılır öğreneyim diye, sanki bir becerememezlik hali, "olduramayacağım yahu!" fikrine saplandım.
Sonra geçen gün başka bir şey ararken Huysuz Soprano'nun Amerika'da yaşayan Türkler için verdiği tarifi* buldum.
Gelsin mi bana bir cesaret!?
Orada malzeme yok, şu bu durumunda bile yapılabilecekse, ben neden yapamayacakmışım?

Bugün, haftasonu alışverişi yapılmış, hafta içi yemekleri ve ekmekleri hazırlanıyorken, "işte, tam zamanı" simit yapmaya koyuldum.
Sonuç?
Yukarıda ve aşağıda.
Yaptığım işten öyle memnun kaldım ve keyiflendim ki, çocuklar "bırak anne, dur da beğendiğimizi biz söyleyelim" demek zorunda kaldılar.
Bende bir kibir, bir böbürlenme...



*Tarifi, Elif'in linkinde.

Hamiş: Sağ arkadaki iki simite kavrulmuş susam yetmedi, beyaz susama buladım, açık renkli görünüşleri, o yüzden.

.