Salı, Mart 30, 2021

bindokuzyüzseksensekiz yazında...

 ... olağanüstü güzel konserler dinlemiştik, gösteri sanatı damarlarımızda akmıştı.

o zaman istanbul festivali "müzik" başlığı altında tüm gösterileri toplardı, klasik, caz, opera, tiyatro, bale.. ( burada o senenin programı var, aşağıda yazdığım liste gerçek ötesi değil, gerçek program daha da ötesi)

20 haziran'da ilk konser  açıkhava tiyatrosunda, festival benim için, olağanüstü gitarcı paco de lucia ile başlamış  (aslında 19 haziran'da olacakmış konser, ertelenmiş)

21 haziran'da aya irini'de gürcü oda orkestrası konseri, sscb oda korosu (bu da ne değil mi? henüz sovyetler dağılmamış, birlik sürüyor)

23 haziran'da açıkhava'da kuzeyden gelen çarpıcı ses, saksafon ustası jan garbarek

26 haziran açıkhava tiyatrosu, bu defa sydney dans tiyatrosu gösterisi 

1 temmuz yine aya irini ve unutulmaz bir konser viyana oda orkestrası

3 temmuz bu defa aya irini'de viyana oda orkestrası solistleri 

5 temmuz akm büyük salon, bugün bile gözümün önünde  astor piazzola bandaneonunu çalarken, yaşasın tango

7 temmuz tekrar açıkhava'dayız, al di meola'yı dinliyoruz, unutulmaz bir konser

9 temmuz akm, larry coryell, philip catherine, serranito gitar üçlüsü, (konser notum, ağzım kulaklarımda dinledim)

13 temmuz açıkhava'da muhteşem joan baez konseri (defterimdeki not: muhteşem, demek neyi ifade eder ki? yaşanmalıydı!)

15 temmuz aya irini'de venedik virtüözleri çalıyor

17 temmuz açıkhava'dayız yeniden ve bu defa ünlü cazcı dizzy gillespie'yi dinliyoruz

20 temmuz son konser, açıkhava tıklım tıklım ve miles davis sahnede, unutamadığım miles'ın soloları ve bir davul solo

aradan 33 sene geçti.
bir joan baez belgeseli izledim. bazı hayatların adanmışlık demek olduğunu, bazı insanların yaşlanmadığını, ruhlarının her daim genç olduklarını bir kez daha anladım.

burada sanatçının hayat hikayesi var, hatırlamak için. 

bu kadar konser sözü etmişken, şuraya da bir joan baez konseri eklemeden olmaz, değil mi?


Çarşamba, Mart 24, 2021

"Artık asla olamayacağımız zamandan bir şey kurtarmak."

Dün not almıştım, kendime. Henüz kitabın yarısındaydım, yavaş yavaş okumakla, çabucak okuyup bitirmek arasında bocalıyordum. Şöyle bir not:
Geçmişe bugünden bakan bir metin okurken, bugün olanların da anlamlarını kavramak ilginç.

Ne demek istediğimi anlatmak için biraz öncesine gitmeliyim.
Ocak ayında bir kaç kitap siparişi vermek için yayınevlerinin yeni kitaplarına bakınırken hiç tanımadığım bir Fransız yazarın (Annie Ernaux) romanı Seneler bana göz kırptı. Aslında kitapçıda kitap bakıyor olsam, önüme atladı derdim -böyle tanımladığım kitaplar, okuyup bitirdikten sonra en sevdiğim kitaplar olmuştur- .
Kitaplar geldi, üzerine tarih attım, önce ilk kitabı okudum, sonra araya başka kitaplar girdi ve "Seneler"i okumak iki ay ertelenmiş oldu.
Başlayınca romana hemen ısındım ve tadını çıkararak okumaya devam ettim.  
( Bu arada, Her Güne Üç Güzel Şey bir tür günlük gibi olmaya başlamış, baksanıza referanslarım oradan. )

Yukarıda yazının başlığına yazdığım, bu sabah bitirdiğim "Seneler"in son cümlesi. (Sf. 224)
Öncesini şöyle bağlayayım, "...her şeyden çok istediği, artık bir daha göremeyeceğimiz yüzlere vuran ışığı yakalamak, yok olmuş yiyeceklerle dolu sofralara vuran, çocukluğunun pazar anlatılanlarında orada olan, yaşanmış şeylerin üzerine her daim vurmaya devam eden o ışığı, kadim ışığı yakalamak. Kurtarmak." (Sf. 223)

 "... bir hayatı hikâyeleştirmeyi, kendini açıklama anlatısı yaratmayı amaçlayan bir anımsama çalışması olmayacak... Kendi içine sadece dünyayı, dünyanın geçmiş günlerinin muhayyilesini ve hafızasını görmek, fikirlerin, inançların ve hassasiyetlerin değişimini, öznenin ve kişilerin dönüşümünü kavramak için bakacak." (sf. 222)

"... Geçmiş günleri anlatma sırası şimdi ona gelmiş de anlatıyor gibi, bir tür gayrişahsi otobiyografi olarak gördüğü bu anlatıda, tek bir birincil şahıs, "ben", olmayacak, sadece belirsiz özne ve "biz"..." (Sf. 222)

Ne  tuhaf değil mi? Alıntıladığım cümlelerin sayfa numaralarına bakarsanız, bitirdiğim kitabı sondan başa giderek anlatıyormuş gibiyim.
Belki de o cümleler yazarın kitap üzerine yaptığı bir röportajda söylenmiş olmalıydı. Oysa, yazar, kendi metninin içinde neyi, neden, nasıl yaptığını açıklıyor. Metin, öylesine tamamlanmış ki, üzerine konuşup açıklama yapılması gereksiz.

Annie Ernaux'un metinlerinin "toplumsal bellek" yazını olarak nitelendirilmesi boşa değil. Kişisel hayata ilişkin anlatı, içinde yaşanan toplumun, giderek dünyanın "o" zamanıyla tamamlanmış, bütünleşmiş durumda.
Şimdi burada kitabı anlatmamak, bir dünya alıntı yapmamak için kendimi zor tutuyorum. Bu metni, yapılması amaçlananı, anlatım şeklini ve anlatılanları öyle beğendim ki, elimde kalem ders kitabı okur gibi altını çizdim durdum.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim, bir roman yazmak arzum olsaydı, zamanın ruhunu ve varlığımızın şu hayattaki yerini anlamak konusunda benim için son derecede zihin açıcı olan böyle bir metni yazabilmiş olmayı isterdim, doğrusu.



Yazar 1940 Normandiya doğumlu,  bir işçi ailesinin çocuğu, üniversite okuyup, edebiyat öğretmeni olmuş. 
Bu kitap Fransa'da  2008 yılında basılmış.
Türkçesi Can Yayınları'nda Ocak 2021'de yayınlanmış.
Kitabın çevirmeni Siren İdemen, alışılmışın dışında anlatımı olan kitabın çevirisini bence ustaca yapmış.
Tek itirazım, referansların "Sonnotlar" başlığıyla kitabın sonunda yer almasına. Tam 130 taneler. Dönüp dönüp bakmak okumayı biraz bölüyor.

Cuma, Mart 19, 2021

"Sevmenin Yolu Bilmekten Geçiyor"

Bir konuya merak duyunca, genellikle önüme o konuyla ilgili bir şeyler çıkıveriyor. Bazen kitapçıda bir kitap gözüme takılıyor, bazen internette bir resim görüyorum, bazen kulağıma çalınan bir melodinin kaynağını buluyorum.

Dün yazmıştım Her Güne Üç Güzel Şey'de, digital art diye tanımlanan bir alan var artık. Ben bu konunun varlığından yenilerde haberdar oldum. Hatta, bu alanda üretilen eserlerin  yine internet üzerinden alınıp satıldığını ve NFT kısaltmasıyla tanımlanan non-fungible token adı  verilen bir şekilde sertifikalandırıldığını yeni öğrendim. Bu sertifikalar sayesinde, eserin varlığı ve mülkiyeti bir çeşit tescil edilmiş oluyor.
Gelişen, değişen dünyada internet üzerinden daha neler neler olabileceğini tahayyül bile edemeyen biz eski kuşaklar için, anlaması algılaması hayli güç ve karmaşık konular. El mahkum, öğreneceğiz elbet.

Neyse işte, lafı uzattım. Bugün bu konuda bir şeyler okuyup anlamaya çalışırken, önüme bir röportaj çıktı. 
Röportajın başlığı çok ilginç geldi öncelikle, "Yaşayan İstanbul Haritası".  Nedir bu yaşayan harita diye bakarken, videoyu izlemeye başladım ve ağzım kulaklarımda izlemeyi tamamladım.

21 Ekim 2020 tarihinde yayınlanmış videonun açıklamasında şu yazıyor: 
"2010 yılından bu yana 'Fractal İstanbul' adını verdiği illüstratif İstanbul haritaları üzerine çalışan çizer Tarık Tolunay, karantina sürecinde tamamladığı, Eminönü, Tarihi Galata Köprüsü ve Karaköy'ü resmeden 'Pandemi' eserini geçtiğimiz haftalarda yayımladı. Tolunay, İstanbul'daki tarihi detayları ve şehrin günlük yaşamına dair ayrıntıları hikayelerle birleştirerek kendi yorumu ve figürleriyle haritalarına aktarıyor."

Rica etsem, birazcık uzunmuş filan demeden 12 dakika 44 saniyelik videoyu izleseniz? Hayran kalacağınıza garanti verebilirim.
Videoyu bloga yerleştirdim, ancak göremeyen olursa diye şuraya da link vereyim, tıklayınız.




Tabii ki, videoyu izleyince devamının peşine düştüm. 
Oradaki sanatçı Tarık Tolunay kimmiş, videoda sözü edilen haritaları görebileceğim bir yer var mı başta olmak üzere bir çok soru aklımda. 
Tarık Tolunay  eski bir GIRGIR dergisi çizeriymiş, aslında, sonrasında reklam sektöründe çalışmış. 
2010 yılından beri Fractal İstanbul adını verdiği illüstratif kent haritalarını yapmaya başlamış. Çalışmalarını kentçizer olarak sürdürüyor ve videonun sonunda da söylediği üzere, "insanları kent okur-yazarı olmaya davet ediyor". Çünkü, yazının başlığına aldığım cümlesiyle İstanbul'u "sevmenin yolu bilmekten geçiyor".

Tarık Tolunay'ın eserlerini görüp, hakkında başka bilgiler de bulabileceğiniz web sayfasının linkini buraya ekliyorum.
Lütfen o ince düşünülmüş, çizilmiş, gerçekten emek harcanmış, güzelim İstanbul haritalarına bir bakınız. Emin olun, şu pandemi bitse de kendimizi sokağa atıp, o İstanbul'u seyre dalsak diyeceksiniz.


Salı, Mart 16, 2021

UYKU

DİKKAT!
Bu yazı bir miktar kitabi bilgi ve mebzul miktarda bilgiçlik içerir.

Dün kardeşimle bir olup, annemi doktor kontrolüne götürmüştük. Annemin yıllar süren nerdeyse kronik denilebilecek uyku daha doğrusu uykusuzluk sorunu vardır. 
Geçen sene  pandemiden az önceydi onu yıllardır takip eden doktora gitmiştik. Son günlerde "uyuyamıyorum" şikayetleri artınca, yeni bir doktor ziyaretinin zamanı geldi, nasılsa aşısını da oldu, bir gidelim görünsün bakalım, dedik ve yola düştük.

Tam da doktor ziyaretinin bir gün öncesinde "coronasomnia"* nın yaygınlaştığını anlatan bir yazı görmüş ve anneme bak ne diyor faslından yüksek sesle okumuştum. Doktor çıkışı annem dedi ki, "hiç zahmet edip gelmeseydik, doktor dün senin söylediklerini tekrarladı."  Aslında bu ifade annem gibi  yaşı ilerlemiş insanların, doktora gitmenin o an yaşadıkları  sorunlara kesin çare olması gerektiğine dair inancından ötürü yaşanan bir hayal kırıklığı içermiyor değildi.
Çünkü doktor, "şikayetinin çaresi budur" deyip bir hap vermemiş, bir dizi öneri ve yapılması gerekenler listesi söylemişti. İki gündür o listedeki kurallara uyması için kâh destek veriyorum anneme, kâh zorluyorum. 

Kurallar şöyle:
-  Yatağa sadece uyumak için ve uyku geldiğinde girilecek, 
Çünkü, yatak film seyredilen, kitap okunan, cep telefonuna bakılan bir yer olduğunda uyunacak yer olmaktan uzaklaşıyor.
-  Her gece aynı saatte yatılacak, ertesi sabah aynı saatte kalkılacak,
Çünkü, az uyunan gecelerde ertesi sabah telafi amacıyla her zamanki saatten uzun uyunursa bir sonraki gecenin uykusundan çalınmış oluyor.
-  Uyku  gelmeden yatağa yatılmayacak, yorgan yastıkla kavga etmekten kaçınılacak,
Çünkü, uyumam gerek hissiyle yatağa girip uyku tutmazsa bir süre sonra dönmeye başlanıyor ve vücut kasılıyor, bu da uykuya dalmayı zorlaştırıyor.
-  Televizyon, bilgisayar, cep telefonu gibi beyaz ışık veren nesnelerden uykudan önceki kırkbeş dakika hatta bir saat öncesinden itibaren uzak durulacak,
Çünkü, vücut, ekran ışıklarını gün ışığı gibi algılıyor ve karanlık olmadan uyumak istemiyor.
- Gece uyunamamışsa, gündüz uykuya yatılmayacak, gece beklenecek.
Çünkü, gündüz uyunan mikro uykular ve kestirmeler yine gece uykusundan çalmak anlamına geliyor.
- Gece ekranla işimiz bittikten sonra ışıkları loşlaştırıp, koltuğunuzda oturup müzik dinlemek, kitap okumak gibi sakinleştirici işler yaparak uykunun gelmesini beklenecek. 
Çünkü, bedenin sakinleşip uykuya hazırlanması doğru olan davranıştır. 

Haydi rastgele uykusuzlar!

* "Coronasomnia", uykusuzluk hastalığı "insomnia"nın pandemi günlerinde kısmen  değişen ve oldukça yaygın hale gelen şeklinin adı.

Burada, anneme okuduğum yazının linkini veriyorum.  Umarım uykusuzluk çekmez ve ihtiyaç duymazsınız.



En güzeli çocukken uyuduğumuz gibi uyuyabilmek, değil mi?


Cuma, Mart 12, 2021

GERÇEKTEN Mİ !?

Sabah. 
Bu sabah erken uyanmadım iyi bari diyorum, yedi buçuğu geçmiş saat. 
Oğlum banyoda, hazırlanıyor. 
Sesleniyorum, cicimama yapayım mı yavrum?
Cevap anında geliyor: Ooo! Tabii annecim, harika olur.

Biraz sonra.
Ben mutfaktayım, yumurta çırpıp peynir rendeliyorum.
Oğlum koridordan sesleniyor: Dün gece alarmı duymadın mı anne?
Ne alarmı yavrum? Apartmanda alarm mı çaldı?
Oğlum yanıma geliyor, sakince anlatıyor: Elektrik kesilmiş herhalde, ondan olmalı, bizim ev alarmı çaldı.
Annenin ağzı bir karış açık kaldı, soruyor: Bizim alarm mı çaldı yani? Ben duymadım hiç bir şey valla. Sen kapattın herhalde?
Kapandı evet, ama ben mi kapattım emin değilim. Bir dakika kadar çaldı, ben bir yerlere bastım filan, sonra bir an bıgbıg dedi, sustu.
Ciddi misin? Bir dakika çaldı ve ben duymadım öyle mi? 
E, duymadın herhalde, kalkmadığına göre...

Beş on dakika sonra, tepsiyi fırına veriyorum ve iki saniye sonra çıkarıyorum. Tepsinin üstüne, cicimamaların altına serdiğim fırın kağıdı tutuştu!
Oğlum yardıma koşuyor, üfleyip, pat patlayıp kağıdı söndürüyor.
Ay pardon diyorum, yanlışlıkla  üst rafa koymuşum, bir alta takacaktım, ızgaraya deyince tutuştu tabii.
Oğlum gülüyor,  alttan alta astroloji merakımla dalgasını geçerek soruyor: Merkür filan mı geri gidiyor anne?
Yok yaa, ne merkürü diyorum, yerinde duruyor o. Benim akıl takılı kaldı, nasıl oldu da alarmı duymadım ben?

Artık hiç demeyeyim, yok uykum hafifmiş de, çıt çıksa duyarmışım da, zaten bu ara az uyuyormuşum da...

Çarşamba, Mart 10, 2021

POLLOCK

Bir süredir -altı hafta oldu- Klio'nun Şarkısı blogunda "Bir Ressam, Bir Resim" başlığıyla yazılar yazan sevgili Sezer'i ilgiyle izliyorum. O hafta seçtiği ressamla ilgili bilgileri ve seçtiği bir eserini bize sanat tarihçisi gözüyle tatlı tatlı anlatıyor, keyifle okuyorum.

Bu haftanın  ressamı Jackson Pollack'ın adını duymuş ve bazı resimlerini yurt dışındaki müzelerde görmüştüm. Ancak, benim resim merakım empresyonistlerden pek öteye geçmediğinden, olsa gerek, resimlerini çok da kendimi vererek izlemediğimi düşünüyorum.

Sevgili Sezer'in yazısında ressamın hayat hikayesini okurken J. Pollock'ın 2. Dünya Savaşı sonrasında sanat merkezi haline gelen New-York'taki modern resmin, dolayısıyla Amerika'nın ilk çok ünlü ve para kazanan ressamı olduğunu öğrendim. 
Bir diğer bilgi, ressamı anlatan ve Ed Harris'in oynadığı bir film olduğu idi. 
Ed Harris sevdiğim bir oyuncu. Saatler / Hours filmindeki  rolünde çok başarılıydı. Asıl takdir ettiğim oyunu Beethoven'ı Anlamak / Copying Beethoven filmindeki Beethoven rolüydü.

Pollock filmini internette bulunca, vakit geçirmeden  ilgiyle izledim ve beğendim.
Ed Harris'in aynı zamanda filmin yönetmeni de  olduğunu öğrenmek, onun bu filmi yapmak için ressama özel bir ilgi duyduğunu düşünmeme neden oldu.
Filmin bir romandan uyarlanan öyküsü, J. Pollock'ın  tam İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan ressam olma, resimlerini satma çabasıyla başlıyor. Sonrasında, savaş sonrasının gelişen ekonomisinde savaşı unutmak isteyen insanların değişen dünya görüşleriyle paralel şekilde ilerliyor ve hazin bir kazayla yaşamını kaybettiği zamanda sonlanıyor. 
Bu süreçte, resimlerini nasıl yaptığını, sanatına bakışının nasıl olduğunu, o dönemim ünlü olmaya başlayan diğer sanatçılarını ve onların finansal destekçilerini de izliyoruz.

Psikolojik sorunları ve muhtemelen buna bağlı alkol bağımlılığı olan Pollack'ın en büyük desteği, kendisi de ressam olan karısı Lee Krasner. Filmde Marcia Gay Harden'ın çok iyi bir oyunla canlandırdığı bu kadın, ressamın hayatta zirveyi görmesindeki en önemli destek olmalı.

Krasner, belki de herşeyden önce, bir ressam olarak çok beğendiği kocası Pollack'ın ölümünün ardından yaşarken ona verdiği desteği sürdürüp, onun eserlerini toparlamış, bir vakıf kurarak ona sahip çıkmaya devam etmiş.

Sevgili Sezer, sana teşekkür ederim. Hem ressam Jackson Pollock'ı tanımama aracı oldun, hem filmi keşfetmeme. Bu arada bonus olarak başka bir ressamı, Le Krasner'i de tanımış oldum.




Yukarıdaki fotoğrafı aldığım, ressam'ın adına düzenlenmiş bir web sayfasında, çeşitli bilgilerin yanısıra, en bilinen 40 eserinin yer aldığı bir video da var. İlginizi çekerse, link burada. 


Cumartesi, Mart 06, 2021

Hiç Söylemiyorsunuz, "Altın Küre" Ödülleri Verilmiş!

Yeni normal mi, yeni abnormal* mı henüz tam bilemediğim günlerimiz geçerken, bazı alışkanlıklarımızı ıskalıyoruz. 
Misal ben, eskiden olsa -bugün rastladığımda "hadi yaa, kaçırmışım!" tepkisini verdiğim Altın Küre Ödüllerini mutlaka izlerdim. Günler öncesinden tarihini bilirdim, filmleri, oyuncuları mimlerdim, yayınlandığında TV'den izlerdim, şifreli kanal vermişse izleyememişsem internetten bulurdum, magazin kısmını da kaçırmaz dedikoduları bile takip ederim.
Eminim, bu yazıyı okuyan bir çok blog arkadaşım aynı durum ve hisler içindedir.

Sanırım, dünyalarımız  ufaldı, içimize döndük fazlasıyla. Dışarı çıkıp insanlarla ilişki kuramaz olunca, alışkanlıklarımızı da dar bir çerçeveyle sınırladık. Bu günler geçince yeniden sınırlarımızı genişletmek, canlı ilişkiler kurmak isteyecek miyiz, merak ediyorum doğrusu.
Göreceğiz...

Şimdi, ucundan yakalamışken, kısaca, adaylardan ve ödüllerden söz edeyim.
Aslında bunun için en doğrusu Golden Globe'un kendi sitesine atıfta bulunmak olacak. 
Burada, adaylar ve ödül alanları görebilirsiniz. Tık, lütfen! 

Tüm aday filmler içinde, sadece bir tanesini görmüş olduğumu üzülerek not etmek isterim. Neyse ki, gördüğüm film, gerçekten çok sevdiğim bir animasyondu ve ödüllerin birini uçurtmanın ucundan yakalarcasına tutmuş olduğum için memnunum.
En iyi animasyon ve en iyi film müziği ödüllerini almış olan Soul hakkında yazdığım yazı burada, okumak isterseniz tık, lütfen. 

Ödül almış tüm filmler arasında en çok ilgimi çeken Frances McDormand'ın oynadığı ve en iyi kadın oyuncu ödülünü aldığı  Nomadland oldu. 
Uzun zamandır ilk kez, adını okuduğum, afişini gördüğüm bir film beni heyecanlandırdı. Bakalım bakalım, sonucu yazacağım.

İki gün sonrasından ekleme yapayım, filmi seyrettim. Yazısı burada, tık lütfen!



Altın Küre Ödülleriyle ilgili haberi okuduğum ve içeriğini ilginç ve okunası bulduğum  sitedeki yazının linkini buraya bırakıyorum.
Bir bakın isterseniz.

* abnormal için olağandışı diyebiliriz, doğrudan anormal demek yerine.


Salı, Mart 02, 2021

Fuşya rengi kaşkolu hatırlayarak uyandım...

 ... bu sabah. Belki şöyle söylemek daha doğru, sabah uyandığımda aklımda fuşya renkli kaşkol vardı. Nerden aklıma düştü kim bilir? Hatırlayamadığım bir rüya görmüşümdür, muhtemelen. Rüyadan kalan yadigâr o fuşya rengi, hayatımda yeri olan bir insanın bana doğum günümde verdiği armağan o. İlk hediyesi.

Bir film izledim, onu anlatacaktım. Filmle ilgisi olmayan bir kapıdan geçerek girdim konuya. Şöyle bir bağ kurabiliriz, olay İstanbul'da geçiyordu, film İstanbul'u anlatıyordu. 

Geçen Cuma'ydı, tam pazara giderken telefonuma mesaj geldi, ancak dönüşte bakabildim. Leylakcığım, MUBİ'de bir film izlediğini, beğendiğini, istersem bana  hediye olarak gönderebileceğini yazmış, meğerse. Çok teşekkür ettim, kızımda var, ondan izliyorum dedim ve filmi ilk fırsatta izlemek üzere bir kenara yazdım.

İki gün sonra filmi izledim çok beğendim ve canım Leylak Dalı'ndan kopya çekerek filmi kız kardeşime ve iki arkadaşıma gönderdim.

"Ah Gözel İstanbul" 2020 İstanbul Film Festivali'nde mansiyon alan bir belgesel. Belki sadece belgesel değil, kurmaca ve belgesel karışımı. 

"İstanbul doğumlu Ermeni entelektüel Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 17. yüzyılda yazdığı seyahatnameden esinlenen Ah Gözel İstanbul, Kömürciyan’ın üç yüz yıllık rotasının izini bugünün İstanbul’unda sürüyor. Yazarın seyretme, izleme ve bakma zevkleriyle geliştirdiği zamanının ötesindeki ilişki üzerine düşünen bu yaratıcı belgesel, izleyiciye görsel bir seyahatname sunuyor. İstanbul Tarihi: 17. Yüzyılda İstanbul kitabında Kömürciyan, okuyucuya adeta elinde bir kamera varmış gibi seslenir. Kömürciyan’ın “kamera gözünü” bugünün İstanbul’una çevirdiğimizde, bu kadim şehrin çok yönlü görsel tarihini keşfetmek için önümüze sayısız imkân serilir."

Yönetmen Zeynep Dadak, besbelli bir İstanbul aşığı. İstanbul'a sadece güzelliklerini görmek için bakmakla yetinmiyor. Şehrin tarihi, kültür mirası, gündelik hayatı yanında, zorbalara karşı direnişi de dahil olmak üzere her yönüyle ilgileniyor, üzerinde düşünüyor.

Ah Gözel İstanbul filmini izlerken, yönetmenin anlatım yöntemi olarak kullandığı, eski bir metnin sözleri o günü anlatırken üzerine günümüzün görüntülerinin kurgulanması fikri beni çok etkiledi. Etkilendiğim diğer konu, alışageldiğimiz filmlerde yapılan karadan denize çekimler yerine, denizden karaya bakarak yapılan çekimlerin şehre bambaşka bir perspektif getirmesiydi. 
İçinden koca bir  (pardon, Haliç'le birlikte iki) deniz yolu geçen başka şehir biliyor muyuz? İstanbul'un bütün kıyılarından, Marmara'dan, Haliç'ten, Adalar'dan şehre bakmak her zaman öylesine heyecan verici bir eylemdir ki, başka hiç bir karşılığı yoktur. Ve filmde bunu tam olarak yaşıyoruz.

İtiraf edeyim, İstanbul sevgim son senelerde bir miktar azalmıştı, bir süre ayrı kaldığımda şehre dönüşlerde yuvama döner gibi hissedemez olmuştum. Oysa Münir Nurettin ne der şarkıda? "İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?"
Tanıdığım, sevdiğim, anılarımla dolu olan olan tarafları hoyrat eller tarafından hırpalandıkça, sanki bu durum onun suçuymuş, bu saçmalıkta onun da katkısı varmış düşüncesi, bir savunma mekanizması olmuş benliğimi şaşırtmıştı.
Daha dün, Tarlabaşı Bulvarı'ndan geçerken bambaşka tarzda yapılmış bir yığın yeni yapı görünce nevrim döndü. Oysa ben Tarlabaşı Bulvarı'nın bundan önceki tırpanlanışına, şehrin belleğinin acımasızca yok edilişlerinden birine daha vaktiyle şahit olmuştum. Yaşadığım şaşkınlığa bakılırsa, o eski yıkım bile daha az acıtıcıydı sanki. 

Filmi seyrettikten sonra yeniden hatırladım, ben İstanbul'u çok severdim. Şehrin kadim varlığından gelen ölümsüz ruhunun onca zorla değiştirilmeye nasıl hâlâ alttan alta direndiğini gördüm ve sevgimden vazgeçmemeye karar verdim. 
Bize düşen onu sevmek ve varlığının değerli göstergelerini korumayı başaramadığımızda ise onda olanı anlatmaya, böylelikle zamanın içinde onu yaşatmaya devam etmek.
Filmi izlemenizi önererek noktayı koyayım.